28 Aralık 2010 Salı

Pollyanna Tavrı



Bizim kuşak Pollyanna hikayeleri ile büyüdü... Kimimiz bu hikayeye inandık, kimimiz “hadi canım ordan” dedik. Ancak herkes bu masum karaktere sevgi ve sempati ile baktı... Peki ne oldu Pollyanna’ya?
Şimdi yaşasa, hayatı harika mı olurdu?
Yoksa alay konusu mu?..
Temiz, iyi niyetli ve olumlu bir yaklaşımla bezenmiş hayat felsefesi saflık hatta enayilik olarak mı nitelendiriliyor?

Pollyanna hikayesini benimseyenlerin çoğu belki de büyük hayal kırıklığına uğradı, insanlara küstüler, kitaplara küstüler... Hayali kahramanlar daha ulaşılmaz daha hayali oldu... Peter Pan’daki gibi ışığımız söndü, kim olduğumuzu unuttuk belki de...

Bu ruh hali, bizi karamsarlığa, umutsuzluğa ve daha kötüsü tatminsizliğe götürdü. Bu tatminsizlik, üzümün üzüme baka baka karardığı gibi yayıldı ve kolay beğenmeyen ancak bol bol şikayet eden bir topluma dönüştürdü. Tüm bunlara büyük kentlerin koşuşturmacası ve acımasızlığı da eklenince kaderimize razı olduk belki de:

- Bu nasıl trafik?
- Bu nasıl hava böyle? Çok sıcak! Çok Soğuk! Yağmurlu, Karlı, Sisli...
- Bu nasıl şirket? Hayatımda böyle bir firma görmedim.
- Bu insanlar ne tuhaf?
- Bütün iş arkadaşlarım bana karşı tavırlı sanki.
- Kimse beni anlamıyor.
- Burada nasıl Starbucks olmaz? Zara bile yok.
- Ruh halim bugün berbat.
- Gezegenlerin konumu en kötü etkiyi yapacakmış...
- Bu nasıl yemek? Çok yedim. Aç kaldım...
- Mutlaka müdür olmam lazım.
- Mutlaka bu geziye ben de katılmam lazım.
- Neden benden fazla maaş alıyor?
- Burası çok tenha. Çok kalabalık.
- Yine hayal kırıklığına uğradım...
- ...

Sorsak dertleşsek, eminim hepimizin o muazzam beyni kendi kendilerini bile inandırabilecek bahaneler üretecektir. Bu konuda Robin Sharma’nın sözü işimize yarar mı? “En iyisini umarken, en kötüsüne hazırlıklı ol



Olumlu düşünceyle, umutla, sevgiyle hareket edebilirsek olumlu bir tavır sergileriz. Bu tavır bizim hedeflerimize ulaşmamızın ihtimalini artıracaktır. Ancak bazen dış veya iç etkenlerden dolayı başarı sağlayamayabiliriz. Belki biz henüz hazır değilizdir. Bazen çevremiz sanki bize oyunlar oynar... Bazen de derinde bambaşka bir dinamik bizi etkilemektedir... Tüm bu durumlar bizim içindir... Herhangi bir durum iyi veya kötü değildir. Durumu iyi ve veya kötü yapan o duruma yaptığımız yorumdur. Üstünüze bir müdür atandığı zaman buna son derece mutsuz olup istifa edebilirsiniz veya bu kişiden yeni bir şeyler öğrenebileceğinizi düşünebilirsiniz. Uçağın rötar yapmasına kızabilirsiniz, veya bunu kitap okumak için çok iyi bir fırsat olarak görebilirsiniz... Çok daha dramatik bir olaysa veya tekrarlayan bir olaylar zinciri varsa ise, bunu aile sistemimizi analiz ederek çözebiliriz. Tüm çözülmelerden sonra, baktığımızda bize bu olayların birer hediyesi olduğunu görürüz.
Durumların ötesine bakarken, edindiğimiz olumlu tavır, mutlaka durumu daha farklı bir açıdan bakmamızı ve bir o durumun eşik noktasını atlamamızı sağlar. Bu yeni bakış açısı anlayışımızı derinleştirir.
Bunu daha kolay yapabilmek için kullanacağımız olumlu düşünceler bizi olumlu bir tavıra, olumlu tavır da olumlu sonuçlara götürür...

16 Aralık 2010 Perşembe

Öfke


Öfke, bizi kontrol eder, hiç istemediğimiz sonuçlara varacak eylemleri yapmamıza sebep olur. Öfkeli insanlar genelde bunu kabul etmezler ama öfkeleri geçince daha mantıklı düşünüp, kendilerinin kontrol dışına çıktıklarını itiraf ederler. Öfke bir duygudur ve duygu da düşünce gibi zihnimizin bir ürünüdür.

Peki neden öfkeleniriz?
Seneca’nın görüşüne göre dünyanın neye benzediğine ve başka insanların nasıl insanlar olduğuna ilişkin, tehlikeli olabilecek kadar “iyimser” fikirlere sahip olduğumuz için öfkeleniriz. Onların hakkında varsayımlarda bulunuruz. Onları mutlu ve başarılı görürüz. Zihnimiz zıtlıklarla çalıştığı için kendini hep başkaları ile karşılaştırır, kendi kurduğu dünyada normların üzerinde yer almak ister...

Şatomuz, sarayımız, Ferrari'miz yok diye öfkelenmeyiz ama kendimize uygun gördüğümüz ve genelde çevremizde, arkadaşımızda gördüğümüz bir araba bizde yoksa hayıflanır, öfkeleniriz. Bugünkü herhangi bir araba Kraliçe Cleoparta’nın kullandığı araçtan daha üstündür,  Cleopatra o zamanlar kendine dert edinmemiştir çünkü göreceli olarak o dönemde ondan iyisi yoktur.

Aslında durumun tam tersi de hiç iç açıcı değildir: “Varlıklı olmak” öfkeyi körükler; fakir genelde daha fazlasını hayal edemediği ve elindekiler ile mutlu olmaya alıştığı için daha mutludur. Budistlerin en azla yetinme bilgeliğinin ardında bu yatar. Egonun arzu ve istekleri körelir ve kendine yeten, mutlu ve doyumlu bir hale kavuşuruz.


Zihnin temel görevi bedeni hayatta tutmaktır, bundan dolayı belirsizlik onun için bir tehdittir. Bu da her şeyi kontrol etme arzusunu doğurur. Her şeye kendi açımızdan bakmaya başlarız ve buna kendimizi inandırırız. Bilinçaltından gelen dürtülere, bilinciniz mantıklı bahaneler uydurur ve kendimizi akıllı sanarız...


Sonuçta, birden bire yağmur yağmayacağına, kumandanın kaybolmayacağına, herkesi bizi anlayacağına, hiç yorulmayacağımıza, çocuğumuzun hep uslu olacağına, bardağın kırılmayacağına inanırsak, çok kolay öfkeleniriz.

Beklentilerimizi gerçeklerin ışığında azaltabilirsek öfkeli halimizde azalacaktır.
Gelecek hakkında varsayımlarda bulunma alışkanlığından vazgeçmek işe yarar. Bu hayal kurmamak anlamına gelmez. Plan yapar, plana körü körüne tutunmaz ve olumlu bir ruh halinde An'da yaşarız, her şey olması gerektiği gibi akışında gerçekleşir. 


Ayrıca buna bedeni de hazırlamak gerekir; yorgun olmak, stresli olmak, aşırı alkol ve şeker tüketmek, vaktimizi planlamamak, bizi öfkeye sürükleyecek diğer faktörlerdir...

"Felsefenin görevi, biz gerçekliğin yıkılmaz duvarını aşmaya çalışırken, isteklerimizin mümkün olan en yumuşak biçimde yere inmesini sağlamaktır." [Alain de Botton]

24 Kasım 2010 Çarşamba

Felsefe - Sokrates


Sokrates bize yol göstererek, iki büyük hataya düşmemizi önlemeye çalışmıştır:
1. Çevremizdekilerin söylediklerini (düşündüklerini) her zaman dinlemek
2. Veya hiç dinlememek...

Bu bizim "azı da çoğu da zarar" atasözünü anımsattırıyor; dengeyi bulmak kolay değil, ancak evrende her partikül hareketli olduğunu ve müthiş bir dengede olduğunu hatırlayacak olursak, doğadan alınacak dersler var...

Çelik fırıl fırıl dönüyor, içi sünger gibi boşluklardan oluşuyor, dağlar hareket ediyor...


Bizler ise, zihnimizi koşullandıran her şeyden bağımsız bir şekilde bakabiliyor muyuz?..

10 Kasım 2010 Çarşamba

Sevmek


Sevmek nedir? Sevginin eyleme dökülmüş hali mi? Sevgi, aşk mıdır? Sevginin en başında, aşk mı var? Evet ise, aşk nedir? Aşk kelimesi, herkesin ağzında sıradanlaşmaya devam etse de, kökeni, aşkın içine düşmek gibi bir anlama gelen "fall in love" kelimesine dayanır. Birbirine aşık olan kadın ile erkek, bir kuyuya düşmüş bir şekilde sevdikleri kişiden başka bir şey görmez olurlar. Ego, belki de ilk defa kendisinden başka biriyle ilgilenmeye başlar...

Aslında, çiftler, birbirlerinin acılarını anladıkları için aşık olmuşlardır. İçlerindeki acılı çocuklar gizliden gizliye anlaşmaya varmıştır. Bu anlaşma, onların sevgiyle yeniden yükselmeleri için bulunmaz bir nimettir. Yeter ki, bu durumun farkına varsınlar ve içlerindeki sevgiye muhtaç çocukları büyüterek bütün hale gelsinler. Sevgili, bize her yönümüzü yansıtan muhteşem bir aynadır... 

Öte yandan, bu çekim evrimsel açıdan bebek yapmaya elverişli koşulları da sağlar. Böylece nesiller çoğalmaya devam eder. Salgılanan hormonlar gözümüzü kör eder ve ne olursa olsun bu kişi ile beraber olmayı arzularız. Ancak hormonların etkisi bir süre sonra geçer...

Eğer kadın ve erkek, ilişkilerini daha derin yaşamayı seçerlerse, kendileri üzerinde çalışıp yeni bir boyuta geçebilirler. Bu boyutta, o ilk zamandaki aşktan ziyade, sevgi, saygı, anlayış ve ruhani bir cinsellik ortaya çıkmaya başlar. Cinsellik seksin ötesinde, iki bedenin bir olması anlamını taşır; eril ve dişil birdir artık...

Evrende, beynin üretmediği tek duygu olan sevgi, ana ham madde haline gelir. Her parçası ile bütünleşen bir kişi kendini olduğu haliyle sever ve saf sevgi olma yolunda ilerler. Bu onun doğal halidir. Sevgiyi karşılıksız ve doğal bir şekilde yaydıkça sevgili ile bir ve bütün olurlar...

9 Kasım 2010 Salı

Acılar

Acılar, hayatın bir parçası...  
İçimizdeki acıları görmezden gelmek, kaçmak sadece içimizdeki parçanın verdiği mesajı ihmal etmektir. İçimizde oluşmuş bu acı ve keder, bizim için bulunmaz bir fırsat olabilir...
Bir kahvenin pişip lezzetini kazanması gibi olgunlaşır ve olduğumuz kim olduğumuzu hatırlayabiliriz. Nasıl hiç bir hastalığa maruz kalmamış bir bebeğin bağışıklık sistemi gelişmezse, biz de bu zorlu evrelerden geçmezsek, bunların meyvelerini toplayamayız.
Bu çözülmemiş travmalardan hayatta kalmış, kurtulmuş, bu güne gelmişizdir. Ortaya çıkan hayatta kalma parçasının asıl görevi bitmiştir. Ancak onun oluşturduğu konfor alanı yüzünden, bizim o acı ile yüzleşmemizi istemez.


Bu hayatta kalma parçası bize bambaşka kimlikler ile hayatta kalmayı öğretmiştir adeta... Oysa oluşan bu kimlikleri beslemek hiç de kolay değildir. Olmadığımız maskeleri beslemek için devamlı dikkat dağıtıcılara ihtiyaç vardır; para, ün, pozisyon, dedikodu, devamlı başarı peşinde koşmak, takdir ve onay arayışı, futbol taraftarlığı ve bir gruba körü körüne bağlılık, şiddet, adrenalin, yüzeysel ilişkiler, aşırı cinsellik, ev, araba, içki, kumar, yemek, alışveriş gibi...
Bunlar geçici mutluluklar vererek, bizi bir sonraki durağa sürüklerken, büyük bir kısır döngüye sokar; içimizdeki boşluk ise büyümeye devam eder. 
Öncelikle gerçekler ile başlamakta fayda vardır: Yaşanan neyse, o geçmiştedir ve biz bundan sağ kurtulmuşuzdur. Henüz farkına varmasak da, bu olayın bir hediyesi mutlaka vardır. Bu hediyeyi almak için, çözülmemiş meseleleri çözmek gerekiyor. Travma deneyimlerinden biliyoruz ki, yaşanan olayın daha kolay atlatılabilmesi için beyin bazı fonksiyonlarını kapatıyor ve kişi, anıları ve duyguları tam olarak hatırlamıyor. Genellikle bunun farkında bile olmadan yaşıyor. Freud'a göre bilinçaltı, bu yarım kalmış meseleyi tamamlamak için tekrar tekrar benzer durumları hayatımızda çekiyor.


Çözüm ise konuya olan bakış açımızı değiştirmekte yatıyor. Merceğimizin odağını değiştirdiğimizde daha geniş bir açıda, olayın arkasında yatan dinamikleri görmeye başlıyoruz. Ailemize ve atalarımıza olan derin bağlarımızı anlamaya, onlar için yaptığımız şeyleri veya onların yerine taşıdığımız bazı yükleri görüp, dinamikleri keşfettiğimizde hiç bir şeyin kişisel olmadığını, ikinin olmadığını, herkesin birbirine görünmez bağlarla bağlı olduğunu fark ediyoruz...

Bu farkındalık, olanı olduğu gibi kabul etmemizi sağlayarak, bizi özgürleştiriyor...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Felsefe

Gurdieff’in en büyük öğrencilerinden biri olan Ouspensky kendi öğrencilerini eğitirken bir konunun üzerinde özellikle duruyormuş. Eğer biri ona “Dün bana demiştin ki...” diye söze başlarsa, onu keser ve şöyle söyle dermiş: “Dün ben seni şöyle anlamıştım...”

Neden böyle söylüyor olabilir? Öncelikle, en yaygın şekilde kullandığımız iletişim metodu kelimeler kullanarak konuşmak ve yazmak...  Her kelimenin anlamı kişiden kişiye değişebileceği gibi, bazı kelimeler ifade ettiği şeye göre çok kısıtlı olabilir veya sadece tarif ediyor olabilir. Orman dediğimizde, aslında ortada orman diye bir nesne yoktur. Bir çok ağacın beraberce yer aldığını kastederiz. Soyut kavramlar ise daha da karmaşıktır: Algılarımıza ve kültürümüze göre değişir... Hatta bazen kelimeler bazı dillerde varken, bazı dillerde karşılığı bile olmayabilir.


Kelimelerin anlam ve kısıtlamasının ötesinde diğer önemli konu ise, insanın okuduğunu veya dinlediğini kendi perspektifi ile algılaması. Zihnimizdeki filtreler, kalıplar, dirençler ve inançların ışığında bakarız genellikle. Zihin bir parça dinginse, algılarımız ve sezgilerimiz devreye girer... O an, neyi anlamamızın gerekiyorsa onu anlarız. Bu da anlayışımızda bir değişime yol açar.

Bu sebeple, belki bu kitaptaki bir çok cümle size tekrar gibi gelebilir veya tam tersi tekrar olan kelime veya cümleler bile size ilk defa görüyormuşsunuz gibi hissettirebilir. Ve kitabı ikinci kez okuduğunuzda, daha önce hiç okumamış gibi olduğunuzu düşünebilirsiniz. Altını çizerek ve notlar alarak okumak, tekrar okuduğunuzda işinize yarayabilir. Aradaki benzerlik ve farklar anlayışınız için faydalı olacaktır...

Felsefe sözcüğü hepimiz biliriz. Hatta sık sık kullanırız: “Felsefe yapma bana” gibi... Oysa, bu kelimenin anlamını biliyor muyuz? Kökenini inceledik mi? Türk Dil Kurumuna baktığımızda, “Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması, görüş, düşünüş...” gibi açıklamalar yer alır. Bu açıklamanın detayına girmeden görülüyor ki, felsefeyi, fikir ve düşünce ile fazlaca özdeşleştiririz.

Felsefe kelimesinin İngilizce karşılığı olan “Philosophy” kelimesi ise Yunanca “Philosophia” dan geliyor. Bunu da detaylı araştırınca görüyoruz ki , anlam tam olarak Bilgelik Sevgisi (Love of Wisdom). Bilgelik ve bilgi ayrı kavramlar. Bilgi, dışarıdan ve kendi deneyimlerimiz sayesinde elde edilirken, bilgeliğin kaynağı ise sezgilerimiz ve daha derinden gelen bir kaynak. Bu, hiç eğitim almamış köylü kadınının veya bir kabile hayatı yaşayan insanlarda olan bilgelik... Einstein’ın belirtiği gibi, “Keşiflerin zeka ile bir ilgisi yoktur; bilinçte bir eşik atlanır ve nasıl olduğunu anlamadan keşif gerçekleşir... Buna, sezgi diyebiliriz.”


Bu bilgeliğin ortaya çıkması için zihnin dingin olması gerekiyor. Lakin, zihin ya geçmişle ilgili düşünceler üretir ya da gelecekle ilgili hayal kurar, varsayımda bulunur. Öğrenmeye açık bir zihin için dikkat şarttır. Nasıl sevdiğiniz bir şeyi yaparken, tüm dikkatiniz o şeyin üzerindedir, aynen bu şekildeki bir dikkattir bu... Karşıdan hiç bir şey yapmıyor ve düşünüyor gibi gözükebilirsiniz. Belki ilk bilgelerin, filozoflar yanlış anlaşılmasının sebebi budur... Biz onları düşünüyor sandığımız için, “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen bir insanlık yarattık. Son yüzyılların en büyük problemi olan, düşünceyi...

İşte tam bu noktada, zihninizi gözlemleyin. Şu ana kadar okuduklarınıza karşı olacak iki klasik tepki vardır: (1) “Ya, evet adam doğru söylüyor, gerçekten öyle”, (2) Hadi canım, bu safsata da nedir?”... Evet, zihin ya hemen onaylamak ve kendini bu onay ile o gruba, fikre ait olmak ister, ya da tepki göstererek, kendi mevcut fikir ve görüşlerini korumak ister. Yapısı ve amacı itibariyle ikinci seçenek daha muhtemeldir. Zihin için kendi düşüncelerinin, inanç kalıplarının dışındaki herhangi bir fikir, tehdittir. Haklı olduğunda da beyin testesteron hormonu salgılar ve kendimizi daha güçlü hissederiz. Bu hormon türü, erkek beyninde daha yoğun  bulunduğundan, erkek beyni için “haklı olmak” ve yeni fikirlere kapalı olmak daha yaygın görülebilir.

Erkekler olarak, bu konudan çok fazla rahatsız olmamıza da gerek yoktur, çünkü beyin, sadece bedenin bir organıdır. Onu gözlemlediğimizde, o olmadığımızı görebiliriz... O olmadığımızı fark ettiğimizde ise, o sakinleşmeye ve dinginleşmeye başlar. Artık tüm dikkatimizle okumaya başlayabilir bir hale geliriz...

30 Eylül 2010 Perşembe

Kültür Kodu


BİRİNCİ İLKE: İNSANLARIN SÖYLEDİKLERİNE İNANAMAZSINIZ.
İnsanların korteksleriyle (beyin kabuğu) yanıt verirler. Beynin hakimi içgüdüler ve duyguları kontrol eden iç beyin ve orta beyindir.

İKİNCİ İLKE: 
HERHANGİ BİR ŞEYİ ÖĞRENMEK İÇİN GEREK ENERJİ DUYGUDUR.
Ancak yoğun duygular sayesinde öğrenir ve hatırlarız.

ÜÇÜNCÜ İLKE:
MESAJI İÇERİK DEĞİL, YAPI VERİR.
Tüm insanlar, hayvanlar, bitkiler aynı içerikle yaradılmıştır.
Yani kaba tabirle elektron ve nötronlar diyebiliriz ama aradaki fark “yapısaldır”.
Dolayısıyla ürünlerle ilgili müşterilerin anlatlattıkları içeriklerin önemi yoktur, önemli olan ürünle ilgili kurduğu bağdır (yapıdır). Bu kullanma tecrübesi, harekete geçme hissi gibi örnekler olabilir.

DÖRDÜNCÜ İLKE: 
ZAMANDA ETKİ İÇİN BİR PENCERE VARDIR VE ETKİNİN ANLAMI KÜLTÜRDEN KÜLTÜRE DEĞİŞİR.
Hayatımızın merkezinde olacak anlamların etkilerini yedi yaşına gelene kadar yaşarız. Bir çok insan yedi yaşından önce sadece bir kültüre maruz kalır.

BEŞİNCİ İLKE: 
BELİRLİ BİR KÜLTÜRDE BİR ETKİNİN ANLAMINI ANLAMAK İÇİN, O ETKİNİN KODUNU ÖĞRENMENİZ GEREKİR.
Aynı ürün için ülkeler arasında veya bölgeler arasında kodlar farklı olabilir. Fransa’nın peynir kodu “Canlı” iken, Amerika’da peynirin kodu “Ölü” çıkabilmektedir. Aynı ürün için farklı stratejiler gerekmektedir.

2 Eylül 2010 Perşembe

Sinema Sevgisi


30 Ağustos 2010... Tarihi bir gün benim için...
İlk defa 4 yaşındaki oğlumla sinemaya gittik.
Sevgiler için hazırlanmış çift kişilik koltuğa yerleştik keyifle... Film başlamadan aklıma bazı sorular geldi:
Çocukken ilk ne zaman ve kiminle gitmiştim sinemaya?
Hatırladığım ilk sinema anım 1980'de Star Wars Empires Strike Back filmi... En iyi filmler listesinde 12. sırada...


Bende bıraktığı izlenimi, o kadar net hatırlıyorum ki, sinema perdesi sanki tavandaydı ve biz uzay gemilerini kafamızı kaldırıp sanki o gezegenlerden birinin yüzeyindeymişiz gibi izliyorduk, filmin içerisindeydik! Abim de yanımdaydı, ona sorsak, büyük bir ihtimalle ya hatırlamıyordur ya da benim zihnimde kaldığı gibi değildir anısı. Daha sonraları öğrendim ki, duygularımız yaşadığımız hikayesel anıları zihnimizin dilediği doğrultuda değiştiriliyor...

Sinemaya gitmenin yeri her zaman ayrı... Ne internet, ne televizyon, ne de başka bir şey... Evimde bile bir sürü film olmasına rağmen sinemaya gitmek ayrı bir keyif bizim için...

Sinema insanların kendilerini filmin içeresinde hissettiği bir atmosfer. Konsantrasyon tam olunca, hayal dünyamız filmlerle bütünleşiyor, hayatımızda olmayan, veya yapmak istediklerimiz gerçek oluveriyor. Hatta kendimizi buluyoruz her karenin içerisinde.

Film dışında da sevdiklerimize yaklaştırıyor bizi sinema... Sevdiğinizin profiline bakmak, bir temas anı için doğru anda mısıra el uzatmak, elle elle tutuşmak, sarılmak...

Ebeveyn ve çocuklar için de eğlencenin ve hayatın paylaşımı...  Hollywood, muhteşem animasyon filmler ile her iki kuşağa da hitap etmenin yolları bulmuş gibi gözüküyor.



Oğlumla gittiğimiz film ise Oyuncak Hikayesi 3, o da en iyi filmler listesinde... Kendisi ileride hatırlar mı bilmiyorum ama ben onun kocaman bir patlamış mısır kovası ile bütünleşmesini unutmayacağım sanırım...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Geçiş



Doğum ve ölüm, Ying ile Yang, siyah ile beyaz gibidir... 

İkisi de bu evrenle diğeri arasında geçiş. Gelen keyfinin bozulmasından dolayı şikayetçidir ancak karşılama ekibi son derece mutludur; "Emiyor, kaç kilo?, Boyu ne kadar? Babasına benziyor, yok yok halasına..." Susmadan ilgi gösterilir.

Giden ise Tanrının şanslı kulu ise mutlu ve bir şey hissetmeden geçişi gerçekleştirir, ancak uğurlama o kadar keyifli olmaz. Peki yaşamın süresi neyle ilgili? Ne zaman? Neden? Neden çocuklar, gençler vefat ediyor da, artık kendine bakamayacak kadar yaşlanmış kişiler hala sağ? Her şeye bir neden arayacak mıyız? Maalesef böyle bir kötü huyumuz var. 

Hayat bir gizemdir, insan zihni bunu anlayamaz.

Allah'ın işine akıl sır ermez. İşin en tuhaf tarafı bu meseleler hep yakın birini kaybettiğimiz zaman aklımıza gelir, sık sık düşünürüz. Ölmek iyi veya kötü değil... Yaşamın devamı için gerekli... Ancak kesin bir şey var ki şu çok kısa hayatımızda sevdiğimiz insanları özleyeceğimiz kesin.

24 Ağustos 2010 Salı

Tiyatro


Ünlü bir aktör demiş ki; "Dünyada çok az insan sevdiği işi yaparak hayatı devam ettirmekte. Bu yüzden çok şanslıyım."

Şans mı? Kader mi? Yoksa hayatın bir gerçeği mi?
Herkesin sevdiği işi yaptığını şöyle bir etsek... Bir kısmı astronot, bir kısmı futbolcu, bir kısmı fotomodel, bir kısmı pastacı, bir kısmı aşçı, bir kısmı aktör, şarkıcı, sanatçı, bir kısmı da kahraman!

Peki kim hakem, çöpçü, temizlikçi, hemşire, polis, satıcı, esnaf, tamirci, öğretmen, hademe, şoför, yazılımcı, sekreter, doktor, hemşire, dekorcu, muhasebeci, finansçı, operatör, işçi, çiftçi, rehber vs olacak? Bu meslek elbette saygıdeğer meslekler. Bu meslekleri de çok severek ve isteyerek yapanlar çıkacaktır muhakkak. Asıl soru şu: Sevdiğin işi bulmak, yaptığın işi severek yapıp hem keyif almak, hem de işin hakkını mı vermek mümkün mü?

Diğer bir konu da kimlerle muhatap olduğumuz:

Bir işin sevilmesinde en önemli faktörlerden biri de iş arkadaşlarımız, yöneticilerimiz, iş ortaklarımız... Yaklaşık günde 8-9 saat geçirdiğimiz insanlar. Bir İnsan Kaynakları gurusunun sözü ilginçtir: "İnsanlar şirket değiştirmezler, yönetici değiştirirler". Doğruluk payı var gibi...

Öte yandan her insan kendine has yetenekleri ile mi yaratıldı? Bu insanların hayali mi, yoksa gerçekten öyle mi? Diyelim ki doğru; bu bizim için hangi yetenek? Hangi iş bize uygundur? Hangi işi seveceğiz?

Çocukluk hayallerimi hatırlıyorum da; astronot olmak yıldızların arasında gezinmek en büyük hayalimdi. Sanırım artık çok geç...
Futbolcu olmak diğer bir hayalimdi. Spordan öteye geçmedi...

Peki hangi işte çalışmaya gönüllüyüm?
Yoksa mevcut işimi en iyi yapıp "takdir" ve "ikramiye" bekleyerek Tanrı'ya şükür mü edeceğim? Yeteneğim nedir?

Bu cevapları bulamadığımızda, oynanmaya devam eden Tiyatro'nun bir parçası olmaya devam ediyoruz...
En iyisi yaptığın işin en iyisini yapmak, anda kalıp, işimizin olumlu yanlarını bulmak, hayatın bizim için hazırlamış gelişmeleri fark etmek, zamanı gelince, yürekten aksiyon almak, yapmak yerine olmak...

20 Ağustos 2010 Cuma

Kanatsız Melekler Bizim Aynamız mı?

JJ. Rousseau der ki "Çocuklar bizim söylediklerimizi değil, hareketlerimizi kopyalar."

Gen midir? Rousseau mudur? Bilmem ama bizim kanatsız meleklerimiz, içi dışı bir yavrularımız bizim aynamız mı?

Bizim meleklerin özelliklerine bakalım:
-Sevecen, arkadaş canlısı, kızlara düşkün, hareketli, akıllı, sevimli, yakışıklı, zevkli, yaratıcı, spor sever, konuşmayı seven, sosyal...
-İnatçı, hırslı, cesur ama tırsık, işine gelmeyeni duymayan, sinirlenince bağıran, oyunun/bilgisayarın başından kalkmayan, masada yemek yemeyen, söz dinlemeyen...

Bu özelliklerin yanına kendimi yazabiliyor muyum?
Yazamıyor muyum?
Çevre mi?
Gen mi?
Yoksa aile ve atalar mı?
Yoksa hepsinin karışımı mı?

6 Ağustos 2010 Cuma

Şarabın Kimyası


Tarih boyunca anılmış, kutsal olmuş, günah olmuş, kırkızı olmuş, beyaz olmuş, roze olmuş, uzun bardağa konuş, göbekli bardağa konmuş, hemen içilmiş, yok yok 100 sene beklemiş, genelde mantarlı olmuş, 2lira olmuş, 5,000lira olmuş, anlayan içmiş, anlamayan içmiş, ...

Ama kebapla bir araya gelmemiş, taa ki Buz ve Bağ bir araya gelip de kebapla şarabı bir araya getirene kadar.








Çiğ köfte ile şarap olur mu? İşin ilmini bilirsen tüm ilişkiler mümkün; aşkın kimyası gibi...

Yemeğin cinsine göre şarabı seçmek gerekiyor. Yağlı proteinli yemeğe Boğazkere ideal, kekremsi tat ile protein birleştiğinde muhteşem bir damak tadı çıkıyor.
Hafif yemek ile balık, peynir, yogurtlu mezeler gibi beyaz şarap...

Çiğ köfte gibi gövdeli yemeklerde Öküzgözünün keskinliği bire bir.

Önemli olan konu şarabı su veya meşrubat gibi lokmayı yuttuktan sonra değil, lokma ile beraber tüketilmesi gerekiyor.

Islamda bile bol bol yer alan şarap, önce yasaklanmayıp doğru kullanılmazsa zararının yararındak cok oldugu belirtilmektedir.
Ancak daha sonra çoğu insan şarap eğitimi alamayacağını varsayıp en iyisi yasaklanmış olması şeklinde son bulmuş.
Doğru dürüst damak tadı alamıyorsanız, çevrenize zarar
veriyorsanız, kendinizi kontrol edemiyorsanız içmeyin daha iyi...

Çok şükür eğitimimizi aldık ve ülkemizdeki zengin topraklarda çok değerli üzümler yetişiyor.
Bu eğitim deneyimde hep trakya daki bağlarda olduğumu hissettim, duyularım daha yetenekli olduğunu ve kokuların detaylarda gizli olduğu gördüm.

Iyi şaraplarının hayatları bile var. Doğuyorlar, doğru bir sekilde saklandıktan sonra olgunluğa ulaşıyorlar... işte bu aşamada mum ışığı, doğru mezeler ve ruh eşiniz ile içme vakti gelmiştir.

İçmeyip saklamaya devam ederseniz... şık bir şişe tabuta, içindeki de sirkeye dönecektir...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Liderler ve Eleştiriler


İşini iyi yaparsan, yenilikçi yaklaşımlarda bulunursan, her gün daha iyi hale gelirsen, abuk subuk yorumlara maruz kalırsın... Bazen bu tip insanlar yanlış anlaşılır.

Peki bu durumdan kurtulmak için neler yapmalı?

-Liderlik bir popüler olma yarışması değildir. Liderlik doğru olan şeyi yapmaktır. Kolay olanı değil. Bu eleştiriler yol açabilir… Neden? Çünkü insanlar değişiklikten hoşlanmazlar.)

-Bazen eleştirilerde doğruluk payı olabilir. Akıllı liderler karalamak adına yapılan eleştiri ile içinde doğruluk olan olumsuz eleştiri arasındaki farkı bilirler. Bu kendini daha iyileştirme şansı sağlayacaktır.

-Herkes sizi eleştirirken hayalleriniz peşinden gitmek zordur...
Hiç bir şeyi kişisel almadan, varsayımda bulunmadan, bir şey olmaya çalışmadan ilerlerseniz gelişim kaçınılmaz olacaktır.

1 Haziran 2010 Salı

Sen İçine Dön


"Beynimde kirli ayaklar ile kimsenin gezinmesine izin vermem" [Gandhi]

Geyikler, dedikodular, nifaklar, şikayetler, olumsuzluklar, başkalarını karalayarak kendini rahatlatma, çamur atarak çıkar sağlamak, insanları birbirine düşürmek, abuk subuk konularda konuşmalar yapmak...
Bunlar maalesef oluyor... Bu hergün yaşanıyor.

Star Wars filminde ışın kalkanları vardır; eğer ateş açılsa bile siz etkilenmezsiniz.
Bayılırım buna. Görünen Aura gibi sanki.



Sakın izin verme, bu kalkanı sen yarat. Ukala ve burnu havada olmadan, farklı veya aykırı olmaksa ol, beyninde ayak izleri olacağına... 
Olumlu tavırda olan kişiler, ortamlar ve içerikler bul.

Peki, aile veya çok sevdiğimiz kişiler böyle ise, o zaman sen içine dön. Sen olumlu düşündükçe, onlarda da değişim olma ihtimalini yaratırsın.

4 Şubat 2010 Perşembe

"Kifayetsiz Muhterisler"


Dunning ve Kruger isimli araştırmacılar, "değerlendirme zaafı" hakkındaki teorilerini ispatlamak için Cornell Üniversitesinden 45 öğrenciye bir test yaptılar. Testte çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler. 

En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin) tahminleri ilginçti. Testin yüzde 60'ına doğru cevap verdiklerine inanıyorlardı. Ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70'e ulaşabileceklerini bile söyleyenler vardı. 

En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçak gönüllü denekler olduğu görüldü. Sadece soruların yüzde 70'ine doğru cevap verdiklerini düşünüyorlardı. 
Daha kapsamlı araştırmalar sonucunda Dunning-Kruger Etkisi ortaya çıktı: Konu ile ilgili az tecrübeye sahip kişiler kendilerine uzmanlardan daha fazla güveniyor... Tecrübe arttıkça işin veya testin zorluk derecesinin farkına varıyorlar ve güven düşüyordu. Ancak gerçekten uzman olduklarında güven seviyesi artıyor ancak hep ihtiyatlı bir tavır ile... Konuyu çok az bilenlerin güven seviyesi herkesten yüksekti!


(Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel kazandılar.)

Sonuç olarak bir iş yerinde çalışanlar, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekte yetersiz olabilir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik ve haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiklik iken, bunun olumlu bir duruma dönüşmesi. İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır.
Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir.




Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçak gönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler. Bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. 

Sizin tecrübeleriniz ne diyor? "Kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükseliyor mu? Etrafınıza bir bakın, Dunning ve Kruger haklı mı?