26 Aralık 2011 Pazartesi

2011...den 2012...ye



Hep "an’ı yaşa" deriz kendimize veya çevremizdekilere... Fakat bunu gerçek anlamda uygular mıyız? Uygulamaktan öte anlar mıyız? Ben 2011’e kadar anlamadım sanırım, şimdi uygulayabiliyor muyum? Bunu an’lar belirleyecek.

Konu an’lar yani Şimdi’den açılınca sene kavramı, 2011 değerlendirmesi ve 2012 hedefleri ile çelişiyor sanki. Ancak Şimdi’de yaşamak, geçmişteki an’lardan ders almamayı ve gelecekteki an’larımı planlamamayı, hedefleri belirlememeyi gerektirmiyor.

Buna saat-zamanı diyebiliriz. Ancak geçmişe takılı kalmak, veya devamlı geleceğe bağlı yaşamak, var olmamak demek. 'Ah bir okusaydım, ah başıma bunlar gelmeseydi' gibi... Veya 'ah şu okul bir bitsin, ah ben bir emekli olayım, ah bir terfi alayım, siz beni o zaman görün' gibi serzenişler... Geçmiş veya gelecekte tutuyor bizi.

2011 planlarımı hatırlıyorum, 10,000 sayfa kitap okumak ve iş değiştirmek gibi hedeflerim gerçekleşti. Bunların dışındaki hiç bir gelişmeyi ne tahmin edebildim ne de hayal...
6 yaşımdayken, 'Bu benim okul sorumluluğumun olmadığı en büyük yaşım' dediğimi hatırlıyorum, lise’deyken 'Artık çok olgunlaştım' dedim, budur işte... Üniversite hayatı artık zirve gibiydi, bundan daha iyisi olmazdı... Olan ondan sonra oldu: Uzun süre takıldı hayat, çünkü iş hayatı “gelecek” beklentilerini vermiyordu bir türlü. Bu dönem 2003 yılına kadar devam etti. Yeni bir sistem, evlilik devreye girdi.

Ancak tam taşlar yerine oturmamıştı, iş hayatı, hırslar kendimi kaybederken “baba” olmak bambaşka bir rol daha eklemişti hayata. Bu hayatımın bir dönüm noktasıydı sanki... Ancak baba olmak adına, “kendi’m” olmayı bırakmış mıydım? Öte yandan, hep içimde olan kitap sevgisini fışkırması ile başka bir öğrenme süreci de tetiklenmişti... Derken bir başka muhteşem çocuk geldi ailemize. Artık tam bir kaos içinde gitmek, maskeler takmak, 'Çok şükür Pazartesi geldi' demek... Körleşmek, bakmak ama görememek, görmek ama ifade edememek, ifade etmek ama müdahale edememek, müdahale etmek ama 'tüh ya' demek; korkmak, endişe duymak, vicdan azabı duymak, 'çok şükür' demek ve sabır göstermek.

İşte bu halde 2011’e girerken, bir de üzüntülü haber, doğmak kadar doğal ve hatta belki de hayırlı olan ölümü, sanırım hep acı ile karşılayacak insanoğlu... 2012 başlarken, artık “tamam” demek yok, “olduk” demek yok, sonsuza kadar bir öğrenme süreci, hatta öğrendiklerini unutma, ölmeden önce ölme süreci bu... 

Yaşarken ölmek için gereken farkındalık ve Acı-Öfke-İsyan etme üçlüsü... Bu üçlüyü takip eden kabullenme, affetme, ve özgürleşme...

İşte, bu aşamada Var’lığını, an’ı, zihninin ötesindeki gücü hissedebiliyorsun. 2011... Her an’ında tanrıya şükredebildiğim, Tanrı'nın kullarına “dayanamayacakları acıdan fazlasını vermeyeceğine” inandığım, isyan ettiğim, kabuklarımı kırdığım, nefes aldığım bir sene... 

20 Aralık 2011 Salı

Evren ve Çekim


Çekim yasası... 
50,000 yıllık insanlık tarihinde herkesin içinde yaşadığı ancak kimsenin göremediğini Newton gördü. Dünya elmayı çekiyordu. Herkesin hep gözü önündeydi bu gerçek... Ta ki Newton'a kadar, bu durumu kimse anlayamadı.

Gerçek? Gerçek nedir?
Gerçek beynimizin algıladıkları mıdır?
Biz dünyayı düz algılıyorsak dünya düz müdür?
Metali, kumaşı ellerimizle dokunduğumuzda neye benzediğini biliyoruz.

Ancak hiç eliniz uyuştuğunda metale veya kumaşa bir ellediniz mi? 
Algılarımızla kendi gerçekliğimizi mi yaratıyoruz?
Bu açıdan bakarsak; gerçek diye adlandırdığımız her şeyler -zihnimizin- algıları; kısacası elektrik sinyalleri...

Her maddenin derinine indiğimizde ise atomları görüyoruz. Atomların da ötesinde elektron ve atom çekirdeği... Onlarında da ötede quarkları... Ve en sonunda boşluk ve enerjiden başka bir şey kalmıyor geriye... Bilim insanları için madde kelimesinin eski anlamı yok artık. Bir atomun %99'u boşluktan oluşuyor!

Gökyüzüne baktığımızda asıl olan mesaj yıldızların güzelliği mi? Yoksa her şeyin büyük bir boşluktan oluştuğu mu? Boşlukta kalan küçük parçalar ise titreşiyor ve birbirleri ile çekimle etkileşiyorlar, devamlı bir hareket halindeler.

Biliyoruz ki, Evren genişliyor, ve Büyük Patlama teorisine göre tek bir iğne başı kadar bir top patlayıp genişlemeye devam ediyor. Bu teoriye göre Evren'deki her şey halen birbirleri ile bağlantı halinde...

Bu sebeple biz de birbirimize çekiliyor olabilir miyiz?  Zihnimizde oluşturduğumuz düşünceler bizim kendi gerçekliğimizi mi yaratıyor?.. Tanrı, bu illüzyonla bizi sınıyor mu? Yoksa bu sadece gelip geçici bir hediye mi?

5 Aralık 2011 Pazartesi

Yapraklar ve Sonbahar


Sonbahar... güzelliği anlamak için büyümek mi gerekiyor?
Yazı, baharı ve hatta kışın yağan karı sevmeyen çocuk pek olmaz.
Ama sonbahar, o muamma...


Bu sonbahar, onun ne kadar eşsiz, ne kadar muhteşem olduğu keşfetmek için bazen 40 sene geçmesi gerekiyormuş meğer... 

Yaprakların dallarından kopuşuna tanıklık etmek tarif edilemez... Evrenden gelen bir emir, bir zamanlama sanki. Evet, Yapraklar dökülüyor ancak hüzünlü değil. 
Yenilenmek için, hayatın muhteşem evresini tamamlamak için, bahara tekrardan hazırlanmak için... Vücudu temizlemek, geçmişte yaşanan anlardan özgürleşmek için... Var'lığın yaratıcılığı ispatlamak için...