31 Aralık 2012 Pazartesi

Sevgi...


Sevgi cesarettir...
Kendini şeffaflaştırmaktır, bir ırmak gibi...
Yüreğini açmaktır, bir çocuk gibi...
Bilinmeyene açılmaktır, kaşifler gibi...

Sevgi cesarettir...
Her türlü havaya hazır olmaktır, göç eden kuşlar gibi...
Benliğini genişletmektir, evren gibi...
Bağımlı olmadan bağlı olmaktır, narin bir fiyonk gibi...

Sevgi çalışmadır...
Tek tek örmektir sabırla, nakış işler gibi...
Gerçekten dinlemektir; kediler, kuşlar, ağaçlar gibi sessizce...
Yansıtmaktır gerektiğinde, ayna gibi...

Sevgi anlayıştır...
Bir olup, ayrı olduğunu kabul etmektir, mabedin sütunları gibi...
Sarmalamak ancak aynı zamanda yükseltebilmektir, hava gibi...
Duygularını gözlemlemektir, Sufiler gibi...

Sevgi yürekli olmaktır...
Zihinden kalbe yapılacak bu uzun yolculukta;

Yılmadan hakikati sorgulamaktır, bilgeler gibi...

30 Aralık 2012 Pazar

Gülmek Doğal bir Ağrıkesici mi?



Gülmenin ayıp sayıldığı zamanlar bile olmuş... Şimdi ise gülmenin ne kadar faydalı olduğunu konuşuyoruz. Gülme meditasyonları bile var. Bilim de artık bunu ispat ediyor!

İngiltere’de bir araştırmada gülmenin acıya olan dayanıklılığımızın artırdığı bulunmuş. Gözüken o ki, bir topluluk içinde gülmekten kırılırsanız, çevrenizdeki kişilerin de endorfin salgılanmasına sebep oluyor: Endorfin, spor yaparkan salgılanan ve bizi mutlu hissettiren hormon...

Öte yandan acınız varsa, gülmek iyi hissettirecektir. Oxford Üniversitesi Profesörü  Robin Dunbar, devamlı güler-yüzlü olmanın, göğüs ve akciğerler için de iyi bir fiziksel egzersiz olduğunu ve acıyı daha az hissettiğimizi söylüyor.

Bununla ilgili yapılan bir araştırmada, altı değişik deney laboratuvar ortamında, bir deney de Edinburgh Fringe Festivali'nde yapılıyor. Deneklerin küçük gruplarda gülmelerine izin veriliyor. Bunun sebebi ise, kitle içinde gülme ihtimalimizin yalnız gülme ihtimalimize göre 30 kat daha yüksek olması...



Gönüllü adayların bir kısmına "South Park", "Friends", "Mr. Bean" ve "The Simpsons" gibi komedi videoları seyrettirilirken, diğer adaylara “Golf Eğitim” filmi ve “Evcil Hayvan Yetiştirmenin Püf Noktaları” gibi belgeseller izlettirilmiş.

Her bireyin kişisel acı dayanıklılığı deneyden önce ve sonra karşılaştırmış. Ayrıca her bir bireyin ne kadar süre güldüğü de kaydedilerek, toplum içinde kahkaha atamayanları da tespit etmek amaçlanmış. Sonuç olarak gülenlerin acı toleransları yükselmiş, belgesel izleyenlerin ise ya değişmemiş ya da düşmüş.


Acıyı tolere edebilmek, doğrudan endorfin seviyesine bağlıdır. Endorfin, bağışıklık sistemini (immun sistemi) düzenleyerek çabuk iyileşmemize ve enfeksiyonlara karşı dirençli olmamızı sağlıyor.

Öte yandan sebepsiz yere de olsa gülmenin bir faydası var. Bilinçaltımız, bilincimizden farklı çalışıyor; sorgulamadan ne verirsek onu alıyor. Bu sebeple ortada gülecek bir şey yoksa bile nedensiz yere gülersek, yine de endorfin salgılanmaya başlıyor.

29 Aralık 2012 Cumartesi

The Kid – İçimdeki Çocuk



Bebekliğimizden yetişkinliğimize kadar başımıza gelen olaylar karşında içimizde çeşitli parçalar oluşur. Bu parçalar çok karmaşık olabilir ve farklı  farklı işlevleri vardır. En basit sınıflandırma ile üçe ayrılır: Ebeveyn, Yetişkin ve Çocuk... İçimizdeki ebeveyn, kendi anne ve babamızdan öğrendiklerimizle oluşmaya başlar. İçimizdeki çocuk ise yaşadığı olumlu veya olumsuz duygusal kayıtları hep içinde taşır. Yetişkin ise bu iki kaynaktan beslenir ancak dışarıdan aldığı bilgi ve deneyimlerle harmanlanmış kaynakla kararlar verir.
Oysa çoğu zaman bu üç rol birbirine karışabilir veya bir rol dışlanabilir. Özellikle çocukluk halimizden memnun değilsek, çocukluk tamamen dışlanır ve biz son derece ciddi ve eğlenemeyen bir halde yaşamaya başlarız. 



The Kid filminin kahramanı Russ 40 yaşına gelmiş son derece rasyonel, duygusuz  bir imaj danışmanıdır. Çocukken memnun olmadığı kişiliğini imaj danışmanı olarak hem kendi hem de başkaları için yaparak zengin olmuştur. Babasıyla arası son derece kötüdür ve ona da ebeveynlik yapmaktadır; en azından parasal olarak. Tüm bu maddi başarının yanı sıra bastırdığı çocukluğunun işaretleri her yerdedir; Russ son derece güvensizdir, bir ilişkisi yoktur ve bir çocuk gibi sadece sahip olarak mutlu olmaya çalışır. Lüks bir ev, üstü açık spor araba, şık kıyafetler...

Bir gün karşısına 8 yaşındaki hali, Rusty çıkagelir ve şöyle der:
“Demek 40 yaşındayım, evli değilim, pilot olmamışım, bir köpeğim yok... Kaybeden biri olmak için büyümüşüm.” Russ’ın çocukluk hayali pilot olmaktır.

Russ kendi çocukluğundan utanmaktadır ve ona kötü anılarını hatırlatmaktadır. 8 yaşındaki çocukluğu ağlayan ve güvensiz bir haldedir. Yetişkin Russ ağlayanlardan nefret eder (ona da ağlama diyen içindeki ebeveyndir) ve kendini güvenli hissetmek için her şeyi yapmaktadır. Çocukluğunda 12 kere taşınmış olmaları onu derinden etkilemiş gibidir. Russ ile ilgilenen Amy ise Rusty’i çok tatlı bulur. Russ, yetişkin olduğunda çocukluğundaki hayallerini unutmuş, mizah anlayışını bir kenara bırakmış, yeni maskelerin arkasına saklanmıştır.


Çocukluğunda başına gelmiş travmayı derinlere gömen Russ, ilişkilere kendini kapamış, içindeki boşluğu maddi metalar ile doldurmuştur. Küçük Rusty ona o olayı hatırlatmak ve farkındalığı sağlamak için gelmiştir. Russ’a destek her zaman vardır, bazen en yakındaki kişiden bazen en umulmadık kişiden.

Deirdre: Neden 8 yaşındaki halin buraya geldi? Belli ki sıkıntıdasın.
İşleri yoluna koymanda yardımcı olabilir.
Russ Duritz: Onun mu bana yardımcı olacağını düşünüyorsun?
Deirdre: Tabii ki! Aksini düşünmemiştin, di mi?
Belki sana bir şeyler öğretmek için gelmiştir...
Belki de hatırlaman gerekenleri anımsatmak için buradadır, hiç düşündün mü?
Russ Duritz: Hayır.
Deirdre: Bak, yarın 40 yaşına basacaksın, ve hayatında gerçekten değerli hiçbir şey yok.
Russ Duritz: Hey...
Deirdre: ...hayır, para sayılmaz. Arkadaşın yok, ailenle neredeyse hiç konuşmuyorsun,
ve senin için anlamı olan tek kadını da kaybettin...

Elbette Rusty, Russ’a bir mesaj vermeye gelmişti. Onun çocuğa, çocuğun da ona ihtiyacı vardı. Geçmişe gömüleni hatırlanmak istenmeyen olay neydi? 8 yaşındaki Rusty’i koruyan doğal mekanizma, ona harika bir eğitim ve yetenekler kazandırmıştı. Ancak artık bu yönlerinin hayatının %100’üne hakim olmasına gerek yoktu.
Geçmiş değişemezdi ancak ona verilecek tepkimiz, bakış açımız değişebilirdi... Acılarımız azalırken, içimizdeki çocuksu neşe, merak, heyecan geri gelebilirdi...
“Eğer onlara bugün meydan okumazsam, yarın dövüşmem gerekecek ya da sonraki gün ve bugün benim yanımdasın.”

28 Aralık 2012 Cuma

Neden Müzik Bizi Harekete Geçiriyor?


Bazı yaygın olarak bilinen gerçeklerin sebeplerini bulup ispat etmek hiç de öyle görüldüğü gibi kolay değil. Müzik seviyoruz ama neden? Hareketlerimizle ilgisi var mı? Beynimiz, müzik ve hareketleri bağdaştırıyor mu?

Hemen linki tıklayıp, James Brown’un müziğini dinleyemeye başlayın... hareket ve duygularınızı hissedin!



Yeni araştırmalara göre öfke, üzüntü ve mutluluk gibi evrensel duygular, tüm kültürlerde hem hareketlerimizle hem de müzik yoluyla benzer şekilde ifade edilmektedir.
Kamboçyalı bir kabile üyelerinden en temel duygularını ifade etmeleri için müziğin hızını, akort seviyesi ve düzenini belirlemesi istenir. Sonuç, tüm kültürlerdekine çok benzer şekildedir.

Dartmouth Üniversitesi nörobilimcisi Thalia Wheatley’in yorumuna göre hem hareketlerimiz hem de müzik yoluyla yapılan duygu ifadeleri benzer dinamiklere sahip.
Bulgular, eski beynin (beynimizin merkezinde yer alan kısım) ses ve hareketlerdeki duyguyu anlama yeteneğinden kaynakladığını destekler nitelikte.
California Üniversitesinde profesör Jonathan Schooler şöyle söylüyor: "Çalışmalar müziğe neden insanlar için önemli olduğunu gösteriyor, müzik bize hareketlerin duygularla olan ilişkisini en temel seviyede anlamamızı sağlıyor.”

Evrensel Duygular

İnsanların neden müziği sevdikleri süregelen bir muamma. Bilimadamları hayvanların da müzikten hoşlandıklarını, fakat insanlara göre farklı tınıları sevdiklerini keşfetmişler. Müzik dinleyen hayvanların beyinlerinin seks, yemek ve sevgi üzerine uyarıldığı gözlenmiş.

Geçmişte yapılan araştırmalarda, hem hareket hem de müzikten kaynaklı duyguları okurken insan beyninin aynı kısımlarında aktivasyon gözlenmiş.

Wheatley ekibi ile birlikte 50 öğrenci ile bir deney yapar. Animasyon top şeklinde ifadesiz bir yüzün duygusunu bilmeleri istenir. Top müzik eşliğinde hareket etmektedir.
Bu öğrencilerin verdiği tepkiler diğer bir 50 öğrenci ile karşılaştırılır.
Hareket ve müziklere verilen tepkiler paralel çıkar.


Kültürel farklalıkları ölçmek için Wheatley ve ekibi Kamboçya’da da benzer deneyleri yaparlar. Hiç daha önce batı müziği duymayan yerel halkın tepkileri çok büyük benzerlikler taşır.

Bu bulgular ispatlıyor ki, müzik insan beyninde hareketlerdeki duyguları anlamak için bir kılavuz görevi görüyor.
Bu da müziğin insanları harekete geçirmekte neden bu kadar güçlü olduğunu açıklıyor.

Bu bulguyu nasıl kullanabilirsiniz?
- Kişisel olarak müzik duygu ve hareketlerinizi motive edebilirsiniz?
- Satış ve Pazarlamada müzik ve hareketler uyum içinde vermek istediğiniz duygu ile bütünleşik olmalıdır.

23 Aralık 2012 Pazar

Üretkenliğinizi Artırmak İster misiniz?




Günlük çalışmanızı etkileyen bir çok gereksiz uğraşınız mı var?
Twitter ve Facebook’da geziniyor, arkadaşlarınızın gönderdiği link’lerimi tıklıyorsunuz. Borsayı takip edip, iddia sonuçlarına mı bakıyorsunuz? 
Bunların hiçbiri kötü şeyler değil, ama bunlardan dolayı önemli işleriniz aksıyorsa, üretkenliğinizi öldürüyorsunuz demektir. 

Kritik işlerinizin üzerine odaklanabileceğiniz bir bakış açısı var. 
Peki, nedir bu üretkenliğinizi artıran sihir? Saat ücretiniz üzerinde düşünmek.
Avukatlar, danışmanlar, koçlar saat başına hizmet verirler.


Neden bu işe yarayacak diye mi soruyorsunuz? Toronto Üniversitesi araştırmacıları Sanford DeVoe ve Julian House, deneklerin boş zamanlarındaki aktivitelerini ve sabır derecelerini ölçmüş. Hem normal durumda, hem de saat ücretinin farkındalığı olduğu durumda. İşte sonuçlar:

…bir kişinin saat ücreti hakkında düşünmeye başlaması, o kişinin İnternet üzerinde gezinmesi ile elde ettiği mutluluğu azaltmakta...

Zamanı parasal bir değer olarak düşünmek, insanların ödeme almadıkları zaman aralığındaki sabırsızlığı  artmasına ve dolayısıyla insanları boş zamanlarını harcama deneyimlerini etkilemesine sebep oluyor.


Bu araştırmaya göre ücretlerini düşündükten sonra güzel bir müzik dinleyenler, artık eskisi kadar zevk almamış ve çabuk bitirme eğiliminde olmuşlar. Benzer bir şekilde İnternet'teki komik bir kedi videosuna daha az ilginç bulmuşlar. Burada kaçırılmaması gereken nokta, deneklerin boş zamanlarında ücret almıyor olması.

Bir başka deneyde, deneklere boş zamanlarında bir bedel önerilmiş. Bu sefer sabırsızlık azalmış. Serbest meslekle uğraşanlar ve saatli ücret alanlar, bu metotla sabırsızlıklarını ortaya koyuyorlar ama maaşlı bir çalışan için etki net değil. İddia oynarken veya maçların pozisyonlarını seyrederken hala maaş alıyorlar. 

Öte yandan, bu aktivitelerin onların iş faaliyetlerinin arasında olmadığını biliyorlar, saatlik aldıkları ücreti bilmek, bunun farkında olmak onlarda sorumluluk duygusunu artıracak ve bir dereceye kadar ellerini çabuk tutacaklardır.
Üretkenliğe doğru…
Bu bulguların ışığında, üretken olmak için şu iki adımı takip edebilirsiniz:
1.  Saat ücretinizi hesaplayın; yıllık geliriniz (maaş+prim... vs)
Bu 12 ay / 22 gün / 9 saate bölün... çok kabaca olabilir.
2.  Bu değeri bir kağıda yazın ve görebileceğiniz bir yere asın!

21 Aralık 2012 Cuma

Olumlu İsimlerin Gücü



Çoğumuz tükettiğimiz yiyeceklerin isimlerine çok önem vermeyiz.
Özellikle de kategori isimlerine.
Salata salatadır... Kek kektir... Çorba çorbadır...

Acaba bilinçaltımız bu konuda ne düşünüyor?
Bazı restoranlar hali hazırda bazı bilgileri öğrenmiş olabilir mi? 

Zihinsel Pazarlama teknikleri isimlerin tüketimde etki yaptığını ortaya çıkarmış durumda.
Genellikle sağlıksız ürün kategorilerindeki ürünler sakınmaya çalışırız.
Makarna-et-tavuk-salata karışımı yerine ‘Şef’İn Salatası’, kek yerine ‘muffin’ veya ‘cupcake’, patates cipsi yerine ‘pringles’  gibi... Ülkemizde bazı kelimelerin ingilizcesini kullandığımızda hem daha havalı, hem de ana kategorinin ağırlığını hafifletiyor.


Journal of Consumer Research dergisinin bir araştırmasına göre diet yapan veya sağlıklı beslenmeye çalışan bireyler yiyeceklerin isimlerinden kurtulmanın yollarını bulmuş.
Bonfile yemiyorlar ama içinde kırmızı et ve sos olan bir salata yiyebiliyorlar.
Yine bu araştırmada içinde sebze, makarna, et ve peynir olan bir salatanın sadece bir makarna yemeğinden daha sağlıklı bulunduğunu göstermiş.
Diğer sektörlerde de benzer isim mutasyonlarına rastlanıyor.
Örnek: Sıvı sabun – duş jeli gibi...

Satışlarınız yavaşlamışsa kutunun dışında düşünmeye ve ürünün ismini kategorisinden çıkarma vakti gelmiş olabilir. 
Yağlı, şekerli bir isimse daha sempatik isim ve paketlendirme üzerinde çalışabilirsiniz.
Bilinçaltı karar veriyor, işin püf noktası bilince bu kararı destekleyecek bir bahane şansı verin.
Ancak bu yaparken tüketiciyi de aldatmamak gerekiyor.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Güç Duruşu – John Harricharan



Okul yıllarında sınav öncesinde çalıştığınız zamanları hatırlıyor musunuz?

Konsantre olmak, kendinizi okuduğunuz konu vermek, en büyük çabalarımızdan biriydi.
Benim bu konuda yaptığım şuydu: Hemen her şeyi bırakıp başımı ellerimin arasına koyup masaya yaslanırdım. Gözlerimi kapatıp, en huzurlu olduğum sahneyi hayal ederdim. Bu sahne genelde iki yaşımdan beri her yaz gittiğim Sarıkum pilajında sıcak kumların üzerinde yatıp dalga sesleri ile hafif hafif uyuduğum sahnedir. Güneş güzel bir şekilde ısıtırken, rüzgar da serinletecek şekilde eser... 


Bu hayal, beni olduğum ruh halinden her zaman çıkarmakta başarılı olmuştur.
Ve önümdeki ‘gerçek’le 
tekrar yüzleştiğimde ise bu sorunların öyle ya da böyle geçip yazın tekrar tatile çıkacağımı düşününce artık zihnim daha temiz, okumak daha kolaylaşıyor, sınavlar da güzel bitiyordu.


Yıllar sonra okuduğum bir kitapta başka bir kitap refere ediliyor, diğeri bir başkasını...
En sonuda ulaştığım kitap ise Güç Duruşu – John Harricharan; kısa ama çok etkili bir kitap ve ismini verdiği çalışma tekniği.
Bilmediğim uyguladığım taktiğe benzettim ve her alanda uygulanabilir bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

John Harricharan bir iş adamı, konuşmacı ve ödüllü bir yazar. Güney Amerika’nın Guyana’da doğmuş ve sonradan Amerikan vatandaşı olmuş. Orijini Hintli olan yazar batı ve doğu kültürlerini beraber yaşamış. Deepak Chopra, Elisabeth Kubler-Ross gibi ünlü konuşmacılarla birlikte seminerler veren Harricharan'ın verdiği dönüşüm mesajları, kendi kişisel gelişim deneyimlerine dayanmakta.


Kitap özetle, Güç Duruşu denilen bir egzersizden bahsediyor.
Diğer mesajlar ise şöyle:
Doğa ve Tanrıyla ne kadar uyum içinde olursak, hayatımız o kadar sadeleşip ve güzelleşecektir.
Hayatı nasıl karşılarsak öyle olacaktır. Korkularımıza etkin bir şekilde meydan okuyabilmeli ve endişelerimizle yüzleşebilmeli ve yazarın çalışmasını yaparak kendi hayatımızı yaratabiliriz.
Bunun işe yaraması için ödemen gereken bedel zaman, içten bir çaba ve açık fikirliliktir.
İnsana stres yaratan şey sorunun kendisi değil, sorun hakkında ne düşündüğündür.
Bir sorunu düşünmeyi bırakmak için, sadece dikkatini hoş bir anıya yönlendir böylece o sorun düşüncende artık bir yer kaplamayacaktır.

Kitapta ayrıca çok güzel olumlama örnekleri yeralıyor:
“Biliyorum ki, korku düşüncelerimin karanlık tarafından başka bir şey değildir. Kalbime inancın ve güvenin ışığını yansıttıkça korku barınamaz ve hiçliğe gömülür.”
“Ben evrenin bir çocuğuyum. Bu sıfatla mutlu olmak ve kendimi gerçekleştirmek benim doğuştan hakkımdır. Bu hakkımı şükran ve keyifle talep ediyorum.”
John Harricharan: “Hayatında deneyimliyor olduğun şeylerden memnun değil misin? Hayata bakış açını değiştir. İnançlarını değiştir ve gecenin sabaha kavuşacağından emin olduğum gibi eminim ki deneyimlerin de değişecek.”

İşte Güç Duruşu:

1.Adım: Odağını Değiştir
Huzur bulduğunuz ve mutlu olduğunuz bir deneyimi, bir yeri hayal edin. Orda olduğunuzdaki  huzuru hissedin, ortamın sesini, kokusunu duyun.

2.Adım: Vizyonla
Sorununuzun çözülmüş olduğunu görün. İstediğinizi elde ettiğinizi görün, hayal edin, o duyguyu hissedin. Kendinizi sorunu çözmüş, istediğini elde etmiş halde görün. Bunu yaparken karnınızdan yavaş ama derin nefes alın ve verin. Vücudunuzda bu duyguyu hissedin.


3.Adım: Şükret
Vizyonladığınızda elde ettikleriniz için ve hali hazırda elinizde olanlar için şükredin. Şükrederken olumlu cümle ve kelimeler kullanmaya dikkat edin.

Ve hayatın yapacaklarınızı bu ruh hali ve kaleyi fethetmiş ama bir mağrur komutan edası ile yapın, içtenlikle ve anlayarak bol bol şükredin... Ve gerisini hayatın akışına bırakın...

16 Aralık 2012 Pazar

The Hobbit: An Unexpected Journey



Bilbo Baggins: “Ben... Ben hayatımda hiç bir zaman bir kılıç kullanmadım.”
Gandalf: “Umarım hiç kullanmazsın. Ama eğer kullanırsan, unutma: gerçek cesaret ne zaman bir can alacağını bilmek değil, ne zaman birinin canını kurtaracağını bilmektir.”


Ne zaman sivri şapkalı bir büyücü görsem, yüzüme bir gülümse, içime bir huzur, yüreğime umut doluyor. İnsanlığın ve evrenin bilgeliğini, iyiliğini ve gücünü simgeliyor sanki. Bu büyücü hepimizin bildiği Gandalf’dan başkası değil ...  

Peter Jackson yine yapacağını yapmış. Her zamanki gibi Aralık ayında müthiş bir yeni yıl hediyesi hazırlamış, şimdiden önümüzdeki iki yılın hediyesi hazır. Serinin ikinci ve üçüncü filmleri 2013 ve 2014 yıllarının Aralık ayında vizyona girecek.


J.R.R. Tokien’in “The Hobbit” adlı kitabından olağanüstü katkılarla bir üçleme, Lord of or Rings’den 60 yıl öncesini konu alıyor. Gandafl dışındaki büyücülerin varlığını, Bilbo’nun Gollum’la tanışması ve yüzükle buluşmasını, Cücelerin neden Elf’lerden hoşlaşmadığını  görüyoruz.
Orta dünyanın haritasını bilmeyen kalmamıştır, Bilbo ve Frodo’nun memleketi Shire'ı, Elf’lerin şehir Rivendell'i ve yeni yerleri de görme fırsatınınz var; filmin müziğine ismini veren Yanlız Dağ (Lonely Mountain) gibi...
Cüceler, (gerçi Hobitlerin yanında pek cüce gibi durmuyorlar...) kralları Thorin’in liderliğinde bir maceraya çıkarlar. Yanlarında da Gandalf ve Bilbo ile beraber...
Filmin devamı üç boyutlu olarak sinemalarda.


Yönetmen Peter Jackson’ın kariyeri Lord of the Rings ile 40 yaşında parladı. Serinin son film 11 Oscar ödülü alırken, kendisi en iyi yönetmen de dahil olmak üzere 3 Oscar ödülünün sahibi oldu.
Bu filmde de geçişler, kamera açıları, dönüşler, detaylar, müzikler, karakterler olağanüstü... Tempoda zaman zaman dursa da, bir anda tekrar hareket kazanan film 2 saat, 49 dakikadan sonra bile, insana ‘bu kadar mı?’ dedirttiriyor.


Oyuncu kadrosu ise çok uzun ve yazmakla bitmez...
Ancak Cate Blanchett, Galadriel rolü ile sahneye çıktığında koltuğunuzda sarsılıyorsunuz resmen.
Gandalf rolü ile hep ön planda olan 73 yaşındaki Ian McKellen müthiş bir performans sergiliyor.


Ayrıca filmde birçok yeni karakterler ve dolayısıyla yeni ve genç oyuncular var. Thorin rolündeki Richard Armitage, televizyon yapımlarından sinemaya geçiş yolunda çok önemli bir adım atmış oldu.
Ağırlıklı olarak komedi filmlerinde gördüğümüz İngiliz aktör Martin Freeman, Bilbo rolüne çok uymuş. 

Evet, filmin devamı için 2013 Aralık’a kadar bekleyeceğiz artık...

14 Aralık 2012 Cuma

Love Me If You Dare



Julien: “Gözlükler arkadaş gibidir; önce ilginç şeyler gösterir, sonra yorarlar. Ama bazen gerçekten harika gözlükler de bulabilirsiniz. Benim... Sophie’m vardı.”

Filmin muhteşem müziklerinden La vie en rose, Louise Armstrong versiyonu...



Çocukluk arkadaşları Julien ve Sophie, yetişkin olduklarında da çocukken oynadıkları garip oyuna devam ederler; bir teneke oyuncağın sembolize ettiği oyun; korkusuz bir şekilde diğerinin meydan okuduğu şey üzerine yapılan yarış... 

Julien’in çocuk dünyası ve hayal gücü, bu hayal gücünün sahneye aktarılması çok etkileyici... Julien küçük yaşta annesini kaybeder ve empati gücü zayıf olan babası ile yaşamak zorunda kalır. Sophie ise Polonya göçmeni olmanın zorluklarını geçen bir kızdır, hayat onları birbirine çekmiştir.


Her ne kadar genellikle birbirlerine huzur verseler de, bu oyun onların birleşmelerini engellemeye başlar... Birbirlerine olan sevgiyi doğru düzgün ifade edip aksiyon alamazlar ve bir türlü bir araya gelemezler ama sonunda...
Seyredip görmek lazım.

Guillaume Canet, Fransa’nın en popüler aktörlerinden biri... Daha İyi Bir Hayat (Une vie meilleure), Hunting and Gathering ve Last Night gibi filmlerde başarılı performansının yanısıra aynı zaman yönetmenlik, senaryo yazarlığı da yapmakta; Whatever You Say filminin hem senaryosunu yazmış, hem yönetmiş, hem de güzel eşi Diana Kruger ile beraber oynamış.


Marion Cotillard'a ise son yıllarda çok popüler olan filmlerde sık sık rastlıyoruz: Contagion, Inception, The Dark Knight Rises ve Big Fish bunlardan bazıları... Bu filmlerin bazılarında Tim Burton ve Christopher Nolan gibi yönetmenler ile çalışmış. Marion 2007’deki La vie en rose filminde Edith Piaf rolü ile Oscar ödülü kazandı. Edith Piaf’ın fransız aksanına rağmen, 
Louise Amstrong’un bu şarkıyı yorumlaması olağanüstü...

Love Me If You Dare, Yann Samuell’in en iyi filmlerinden biri...
Kendisi filme bir ‘sonuç’ koymayı sevmeyen bir yönetmen; kararı seyirciye bırakmayı tercih ediyor...
Bu filmin sonu da size kalmış...

13 Aralık 2012 Perşembe

Beynimizin Sadece %10’unu mu Kullanıyoruz?


İşte Size Bir Soru: Hangi Efsane Doğrudur?

1. Beynimizin ancak %10’unu kullanıyoruz.

2. Okul öncesi çocukların zekaları zengin görsel uyarıcılı ortamlarda daha hızlı gelişir.

3. Bireyler kendi tercih ettikleri öğrenme stilleri ile daha iyi öğrenirler;
görerek, duyarak veya dokunurak (kinestetik yolla)...



Birinci seçeneği seçtiyseniz, bu yanlış cevap. 
Yaygın olan bilinen “beynimizin az bir bölümünü kullandığımız” kanısı yanlıştır. Tam tersine, beynimizde kullanılmayan nöronlar ölüyor, kullanılmayan ağlar körleşiyor. Beyin taramalarında gözüken beynin sadece belli bölgelerindeki aktiviteler size bu efsanenin doğru olduğu söyler gibi dursa da, parlak bölgelerdeki aktivite seyisinin yüksek olması veya ön planda olduğu anlamına geliyor, aslında karanlık bölgeler de daha düşük seviyede kullanılmakta.

Peki, doğru cevap hangisi, cevap: ‘Hiçbiri’.

İkinci maddedeki yanlış inanç, fare ile yapılan deneylerin sonuçlarını hemen bire bir insanlarda da aynıdır varsayımından kaynaklanıyor. Tekerlekli ve tünelli ortamda yetişen fareler, diğerlerine göre daha hızlı beyin faaliyetlerini geliştiriyorlar.

Ancak diğer farelere tamamen dış dünyadan kopuk bırakılıyorlar. Bir insan bebeğini de kapalı bir odada büyütürseniz zihni yavaş gelişecektir. Etrafında zengin görsel malzemeden çok çocukların zengin ve “kaliteli iletişim” içinde oldukları zaman zekalarının daha hızlı geliştiği ortaya konmuştur.


İngiltere’de yapılan araştırmaya göre öğretmenlerin % 94’ü üçüncü maddenin doğruluğuna inanıyor. Gerçekte ise öğrencilerin belli tercihleri olsa da bu stillerin hiçbiri öğrenme seviyesine etki etmiyor.

Psikolog Daniel Willingham bu durumu "Why Don't Students Like School?" isimli kitabında şöyle açıklıyor: “Araştırmacılar çocukların öğrenme stillerine uysun uymasın bazı dersler veriyorlar. Örneğin, bir çalışmada, öğrencilerden gelişi güzel objeleri ezberlemeleri isteniyor, sesli ve görsel olarak... Sonuçta görsel objeler daha rahat ezberleniyor ancak çocukların tercihleri farklı bile olsa bunun performansları ile ilgili olarak değiştirmiyor. Benzer çalışmalar hep aynı sonucu veriyor.”

Tabi ki, deneyimli eğitmenler öğrencinin belirli bir dalda problem yaşaması durumunda öğrenciye farklı eğitim metotları ile destek vermekteler. Ancak tüm araştırmaların sonucunda bu öğrencinin stiline göre değil, problemli kısmı çözmek için olması gerekiyor. Biz insanoğlu olarak bunun yanlış olmasına inanmak istemiyoruz çünkü bu işimize geliyor.


Bu bilgilerin doğru olarak kabul görmesinde, sorgulanmamasında efsanelerin gerçeklerden daha ilginç olması da yatıyor olabilir. %10’unu kullandığımız beynin bir de %100’ünü kullandığımızı hayal edersek hepimiz bir Jedi Şövalyesi gibi zihin oyunları yapar, cisimleri düşünce gücüyle kaldırabilirdik. Diğer bir yandan bunları değişmemek için bahane olarak da görebiliyoruz. ‘Einstein beyinin daha fazla bir yüzdesi çalışıyor, Allah vergisi işte!’ Veya ‘Bu eğitim sistemi benim tarzıma göre değildi.’ gibi...

Zihnin ötesinde güçlerimiz olabilir, ama zihinle ilgili araştırmaların sonuçlar şimdilik böyle...

10 Aralık 2012 Pazartesi

The Kite Runner




Bazen film biter... Yazıları akmaya bşlar ama yazıları bile seyredersiniz sizde bıraktıklarını hazmetmek için, filmden çıkamazsınız bir süre... ama anlat dediğine yoktur fazla birşey, yazmaya kalsan, 'neydi beni bu kadar etkileyen?' diye sorarsın kendi kendine...

The Kite Runner da böyle oldu benim için...
Bu film herkesi farklı etkiler diye düşünüyorum, çünkü özellikle çocukluğunuza ve kendinize bir yolculuk yapıyorsunuz seyrederken; işte filmi seyretmeden önce okunabilecek bilgiler...


Uçurtma Avcısı olarak dilimize çevrilen film, Afganistan’da bir ağanın oğlu Amir ve o evin hizmetkarının oğlu Hasan ile yaşadığı arkadaşlığı konu alır. 
1970’li yılların Kabil’inde çocukluklarını yaşayamayan çocukların verdikleri mücadele. Yaptıkları uçurtma yarışmaları; sanki uçurtma ile semalarda başka bir boyuta giden çocuklar, özgürlüklerinin ve casaretlerinin simgesi uçurtmalar. Uçurtma ile yapılan kapışmalar çok ilginç, sahneler de bir o kadar muhteşem çekilmiş.



The Kite Runner filmi müzikleri ile Oscar’a aday gösterilmiş çok güzel bir film. Khaled Hosseini'nin aynı adlı romanından bir uyarlama. Hikaye, dürüstlük, cesaret ve kendini muhakeme etmesi üzerine bir film. 

Amir’in babasının bazı gerçekleri saklaması, Amir kendi korkaklığını bastırıp hıncını başkasından çıkarması Amir’in hayat boyu üzerinde taşıyacağı izlerdir.

Rusya’nın Afganistan’ı 1979’da işgalinin ardından Amerika’ya kaçan Amir, babasının öz disiplini, özsaygısı ve çalışkanlığı sayesinde hayatlarını onurlu bir şekilde sürdürürler. 
Amir’in çocukken yazdığı yazıları okuyan ve onu teşvik eden Rahim Khan,
Amir’in hayatında önemli bir yer teşkil eder ve ilk kitabını ona hitaf eder. 


Filmde en etkileyici sözler genelde babadan çıkmaktadır:
“Bir tek günah vardır; bir tek. Ve o hırsızlıktır. Diğer tüm günahlar onun bir değişik halidir... Bir insanın canını aldığında, bir hayat çalarsın. Bir adamın karısını elinden alırsanız, o adamın çocuklarını çalmış olursun. Yalan söylediğinde, bir insanın gerçeğe olan hakkını çalarsın. Birini kandırırsan, adalete olan hakkı çalmış olursun...”



Filmin yönetmeni Marc Foster çok popüler olmuş bir çok filmin de yönetmiş; 
Quantum of Solace, Machine Gun Preacher, Stay, Finding Neverland ve
Monster's Ball...

Özellikle Finding Neverland tam bir sinema şaheseri... Başka bir süpriz filmi ise yolda...

8 Aralık 2012 Cumartesi

Alice Herz Sommer


1903 yılında doğdu. 39 yaşında yetenekli bir müzisyen oldu. 1943’de Naziler anne ve babasını öldürdü. Küçük çocuğu ile Nazi kampında idamlara şahit oldu. Dondurucu soğukta, çoğu zaman yiyecekleri olmadı...

Kendinisi her zaman “optimistik” birisi olarak tanımlıyor ve hayata hep gülümsemiş...
Nazilerden hiçbir zaman nefret etmemiş!..
“Herkes, herşey bazen iyi, bazen kötü olur, ama ben iyi olana baktım.” diyor Alice.


Alice, hatalardan öğrenebileceğini, kötü olmadan da hata olamayacağını düşünüyor.



Annesine minnettar; ona hayat boyu öğrenmeyi aşıladığı ve müteşekkir olmayı öğrettiği için...

Ona göre: “Herşey bir hediyedir, her şey bir nimettir.”
Annesi ayrıca: “Her gün zihnine bir şeyler ekle” dermiş.
O kendini doğuştan optmistik olarak görüyor, doğuştan gelen bazı özelliklerimiz olabilir ancak hayat kim olduğumuzu değiştiren bizim seçimlerimiz ve bilgeliğimiz. Alice annesinden aldığı bilgiyi uygulamış... bu da bilgeliktir.



Alice, 103 yaşında “A Garden of Eden in Hell” adındaki kitabını yazmış...

107 yaşında günde üç kez piano egzersizi yapıyor. Halen özdisipline ve hayat sevgisine sahip. (Videosu Türkçe altyazılı...)



Kendisi de dahil her türlü olaya, etkene, kişiye karşı şikayetçi olanlar muazzam bir hayat hikayesi...
Alice çocuğu olmak üzere diğerlerine de ilham ve neşe kaynağı olmuş.

"Bulaşıcı Hoşnutsuzluk"
(http://tuvaletkagidinanotlar.blogspot.com/2012/06/bulasc-hosnutsuzluk.html)
yazısını hatırlatmakta fayda var...

“Mutluluğun sırrı özgürlüktür ve özgürlüğün sırrı cesarettir.”
[Tukidisis, MÖ471-400]

6 Aralık 2012 Perşembe

Trafik


Dünyada yaşadığımız herhangi bir günde sadece yirmi dört saat var. Normal çalışma saatlerinde çıkabiliyorsanız, yaklaşık günde dokuz saat işte ve yaklaşık yedi saat uykuda çekiyor. Kahvaltı, yemek, banyo, giyinmek, hazırlanmak gibi aktiviteler de iki saat sürse, kalan süre altı saat. Net altı saat...

Eğer İstanbul gibi trafiği hallice bir şehirde yaşıyorsanız ve bu altı saatin üç-dört saati trafikte geçiyorsa, kendiniz, eşiniz ve çocuklarınız için ayıracağınız ‘kaliteli zamanınız’ yarı düşüyor ve bu sırada trafikte yitireceğiniz motivasyon da işin cabası.


Trafik sadece İstanbul’da değil, tüm dünyanın temel konularından biri haline geldi. İsveç’in başkenti Stockholm’deki trafik problemini çözmek için 2006’da ilginç bir uygulama getirmişler. Bu uygulamaya göre trafiğin yoğun olduğu saatlerde trafiğe çıkanlardan €2 ücret alınmaya başlanmış. Gelir seviyesini düşünürseniz ülkemizde 2 TL gibi hayal edebilirsiniz. Önceleri çok tepki olmasına rağmen, trafikte belirgin ölçüde (%20’den fazla) azalma ve rahatlama gözlenmiş ve yıllar içerisinde bu uygulamaya karşı olanlar beğenir olmaya başlamışlar. İşte TED’deki video (Sadece İngilizce mevcut)...


İşin derinine inmek isteyen araştırmacılar, kimlerin trafikten kaçtığını soruşturmuşlar ve kimseyi bulamamışlar. Kimse böyle bir davranışta olduğunun farkında değilmiş. Daha sonra anlaşılmış ki, insanlar hayat tarzlarını kendileri bile fark etmeden yoğun trafik saatlerine kalmayacak şekilde ayarladıkları ortaya çıkmış. Bu uygulama halen devam ediyor...


İstanbul’da bu uygulama yapılabilir mi bilmem, ancak çok fazla konuşup da enerjimizi düşürmenin de anlamı yok... Peki neler yapabiliriz? Sürücü olalım veya olmayalım bu durumu daha olumluya çevirebiliriz:
  • Sesli Kitap dinleyebilirsiniz
  • Uzun zamandır aramadığınız arkadaşlarınızı arayabilirsiniz, sürücü iseniz kulaklık kullanarak...
  • Trafik tamamen durmuşsa ve kontağı kapattıysanız, kitap okuyabilir ve film seyredebilirsiniz.
  • Sessizlikle veya hafif bir müzikle kendinizle yalnız kalabilirsiniz.
    • Zihninizin sessizleşmesi için fırsat verebilirsiniz
    • Hayatınızı değerlendirip, planlarınızı gözden geçirebilirsiniz
  • Etrafınızı gözlemleyip hiç dikkat etmediğiniz şeyler keşfedebilirsiniz
  • Karın nefesi çalışabilirsiniz, dik durmanızda enerji ve sağlınız açısından önemli
    • Yatık koltuk veya omuz üzerinden yola bakmak size zarar verebilir.
  • Ayrıca trafik durumuna göre toplantı saatlerinizi ayarlayabilirsiniz.
  • Eğer imkan varsa çalışma saatlerini de bu şekilde ayarlamak size zaman kazandıracaktır.
  • Gideceğiniz yere erken çıkarsanız, yolda panik yapmazsınız.
  • Mevcut bir toplu taşıt aracını tercih ederseniz kitap okumak için güzel bir fırsat yakalamış olursunuz.
  • Gün ışığı ile birlikte güne başlamak... Emin olun o saatlerde trafik olmuyor.

Not: Bu önerilerin herhangi birisi kanunen yasaksa, kanunları göz önünde bulundurun.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Ayna Nöronlar



Hepsimiz Felix Baumgartner adını, o müthiş atlamasıyla öğrendik.
Kendisi 39,000 metre yükseklikten, yani uzaydan serbest atlayış yaparak rekor kırdı. 
Video seyretmediyseniz, sınırları zorlayan bu sıra dışı insanı seyretmenizi şiddetle öneririm:


Sizde de benzer bir duygu hakim olmuştur.
Nörologlar bu davranış biçimini beyinde neye bağlıyorlar?
İnsanların sosyal bir varlık olabilmelerindeki en önemli faktörlerden biri olan empati kurmayı sağlayan “ayna nöronlar”dır. Bu keşfi yapan araştırmacı Rizzolatti ayna nöronların beynin iki bölgesinde olduğu kanıtlamış.

Empati kuracağımız şey bir kişi olmak zorunda değil, bu bir poster veya cansız bir manken de olabilir. Çok havalı giydirilmiş bir mankeni vitrinde gören bir bayanın beyni, “Bak bunları giyersen, sen de böyle havalı, böyle ince gözükeceksin.” olacaktır. Aslında satın aldığı bir kıyafet değil; ince olma durumu ve imajdır...
Markalar için görev o ilk yaygınlığı sağlamaktır.
Bu ana gelebilmek için ürünün bize vereceği dokunulamaz faydaları hissetmesi gerekiyor.

Felix'in videosunu seyredenlerin büyük bir kısmı büyük bir heyecan duymuştur. 
Ben sanki oradaymışım gibi ayaklarımı zemine sağlam basma ihtiyacı hissettim.
Buna benzer şekilde, maçı seyredenler, İngiliz futbolcu Michael Owen basit bir vuruşu yapamayıp golü kaçırınca, hep beraber aynı hareketle üzüntü ve şaşkınlıklarını ifade ederler.
Bebeklere gülümserseniz o da size gülecek, dilinizi çıkartırsanız büyük bir ihtimal size aynalık yapacaktır. Devamlı esnerseniz bir süre sonra herkes sizinle beraber esnemeye başlar.
Yürüyen merdivenlerden aşağı doğru düşen bir bebeği görünce herkes, özellikle de bayanlar bir çığlık atar ve bebeğe bir şey olmadığını anlasalar bile kendilerine gelemezler.
Kırık tuğla veya tırnaklarınızla kara tahtaya sürtün ve sesini hayal edin, veya ekşi limon ısırdığınızı düşünün... Bu yazıyı okurken bile içiniz bir tuhaf olmuş olabilir.
Dolayısıyla etki sadece görsel veya sesli değil, okurken de mümkün.

Buna basitçe empati, toplum psikolojisi veya birbirimizi taklit etme içgüdüsü diyebilirsiniz.
Bu etkiye ismini veren Giacomo Rizzolatti “Ayna Nöron Etkisini” bir deneyinde keşfediyor. Maymunlarla başlatılan deneyler, insanlarda devam ettiriliyor. Bu deneylerde sosyal bir hayvan olan maymunlardaki taklit ve empati bulgularını beyinlerinde buna sebep verecek bölgeleri bulan Rizzolatti, insanlarda daha yoğun olan bu bölgeleri tespit etmeyi başarıyor.
Özetle, Ayna Nöronlar biz farkında olmadan başkalarını taklit etmemizi, empati kurmamızı ve başkalarının yaptığı eylemleri sanki kendimiz yapıyormuş gibi bir tepki göstermemizi sağlarlar.

Peki, Ayna Nöron Alışverişte Davranışlarımızı etkiliyor mu?

Tahmin edebileceğiniz gibi cevap: Evet!
Ayna nöronlar bilinçsiz de olsa başkaları ne yaparsa, bize aynısı yapma konusunda bizi tetiklerler. 
İlk defa piyasaya çıktığında yadırganan bazı ürünler, daha sonra herkesde görülmeye başladıktan sonra satışlar artacak, ürüne ve hizmete daha sıcak bakılacaktır.
Crocs terlikler gibi... 

Yaygınlık, deneyim aktiviteleri ile kazandırılabilir. Bir yetişkinin spor bir arabanın koltuğuna oturtturulması, bir ev sinema sisteminin karşısına yerleştirilmesi, bir oyun simülatörünün başına geçirilmesi ile Ayna Nöronların devreye girmesi kaçınılmaz.
Uzmanlara göre satınalma kararını yaklaşık 2,5 saniyede veriyoruz. 


Ayna nöronla ortak çalışan bir hormon var, adı dopamin; bize kısa süreli de olsa mutluluk hissi veren hormon. Empati ve mutluluk hissi beraber mantıksal beynimiz yenik düşer ve gerekli olmadığımızı düşündüğümüz bir ürün için hemen kredi kartını çıkartırız.
Beynin Mantık kısmının, duygusal beyne göre çok daha sonra evrimleştiğini hatırlayın, bu sebeple ayna nöron ve dopaminin etkisinde olan orta ve eski beynimiz duygusal davranacaktır.
Hatta statü göstergesi lüks ürünleri bile 'yeniden üreme şansımızı' artırmak için yapacaktır. Eski beynin en temel görevi insan ırkını korumak ve devamlılığını sağlamak, dolayısıyla üremek...

Sosyal Statü sahibi birinin daha kolay üreyebileceğini düşünen eski beyin yine harcamaya yaktın olacaktır. Aman Dikkat!