30 Mayıs 2013 Perşembe

Tango


Tango’dur yaşam...
Bazen havalarda, uçuşlarda,
Bazen sımsıkı güvende...

Tango’dur yaşam...
Hareketli, deli dolu,
Aynı zamanda yavaş ve uyumlu...

Tango’dur yaşam...
Tutkulu, disiplinli,
Ancak sevgi dolu..

Tango’dur yaşam...
Bazen yakın, bazen uzak,
Özgür ve akışında...

Tango’dur yaşam...
Karmayla iradenin dansı;
İkinin bir olması...

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Seçtin mi?

“Seçilmek, insanın saygınlık düzeyinin altında kalır. İnsan çalışacağı işi ‘düşler’, onu kendi niyetine ve beğenisine göre seçer.” [Tanrılar Okulu]
Kaçımız üniversitede okuyacağı bölümü kendi seçerek girdi? Ailesinin yönlendirmesi, arkadaşlarının önerileri olmadan veya o meslek grubunun popüler oluşuna bakmadan? 
Seçtik, seçtirildik, okuduk... Ne kadarımız O mesleği yapıyor? Yapanlardan kaçı memnun? Çoğu araştırmaya göre çalışanların çoğu mutsuz ve tatminsiz... Araştırmaların güvenirliği tartışılsa da, bu konuda istatistikler değil, sizin ne hissettiğiniz önemli.

Tanrılar Okulu kitabında iş ile ilgili konu şöyle devam ediyor:
“İş ortamı, yeryüzünün dini olacaktır; dinlerin dini olacaktır. Şu anda kiliseler, camiler veya aşramlarda olan insanlardan çok daha fazla sayıda insan, iş ortamında, en yüksek sorumluluk düzeylerine ulaşmayı hedefleyen olağanüstü bir çaba içindeler.”



Egonun, en çok sevdiği kavramlardan biridir mevki ve pozisyon, hatta bazen ego, sadece iş değil, unvan arar. Onun için işin içeriği ve çıktısı önemli değildir... Kartvizitte yazan unvanla özdeşleştirir kendini... Kendini diğerlerinden ayırıp daha üstün bir yere koyma çabasıdır bu...

Peki, ne yapacağız?
Genelikle otuzlu yaşların ortalarında, ego ile bir hesaplaşma baş gösteriyor... Tamam mı? Devam mı? Ancak dikkat tilki çok kurnazdır, "tamam ben artık kendi hayallerimiz peşinden koşacağım, ben unvan, para vs bağımlısı değilim" diyen yine aynı ego olabilir... Çoğunlukla da öyledir!
  • Çabalamak yerine, kabullenmek, mevcut kendinizden memnun olmakla başlamak mı?
  • Çocukluğunuzda, şimdilerde ne yapmaktan hoşlandığınızı hatırlamak, farkına varmak mı?
  • İlham aldığınız kişiler, aktivitelere zaman ayırmak mı?
  • Biraz düşlemek mi?
  • Gidilecek yerden çok, yolculuğun keyfini çıkarmak mı?
  • Ve ufak ufak bu yolculuğa çıkmak mı?
Tüm bunlar bizi içimizdeki çelişkiden kurtarabilir mi? Bize öğretilen olmamız gereken kişi ile olduğumuz ve hatta olmayı arzuladığımız kişi arasındaki fark... Bizi bu uyuşmazlıktan, bölünmeden ne kurtarır? 



Dışarıda hiçbir şey olmaz, olanların tamamı bizim içimizin yansımasıdır... Bu sebeple dünyamızı değiştirmek için önce kendimizi gözlemleyip, biz olmayan ne kadar kalıp, inanç, duygu ve düşünce varsa, onlardan bağımsızlaşmamız gerekir. Kendini gözlemleme öyle basit bir konu değildir. Zihnin nasıl çalıştığını, bizi nasıl otomatik pilotta çalıştırıp daha sonra davranışlarımıza muazzam bahaneler ve açıklamalar bulduğuna şaşırabilirsiniz...

Evrendeki her şeyin devamlı değişim içinde olduğu gerçeğini bilerek, yaptığımız planların da değişebileceğini bilerek yola çıkmak, şu anda yapılan planın daha sonra geçersiz olabileceğini bilmek... Bu durumu ancak dingin bir zihinle ulaşabiliriz. Dingin bir zihin ise zihni gözlemleyip, ona cevaplar vermediğimizde mümkün olabilir. Tüm bildiklerimizi araştırıp, doğru olmayanların hepsini bırakmak, bize derin anlayış kazandıracaktır. Bu anlayışın ışığında seçimler sanki kendiliğinden, uyumlu, akışta ve isabeti olacaktır...

26 Mayıs 2013 Pazar

Carl Panzram


Kendimi düzeltmek için hiçbir isteğim yok. Tek arzum, beni düzeltmeye çalışanları düzeltmek. Ve onları düzeltmek tek yolu onları öldürmek. Benim ilkem, herkesi soy, herkese tecavüz et ve herkesi öldür. En derin saygılarımla... Carl Panzram.
Nasıl bir insan bu hale gelebilir? Hepimiz dünyaya geldiğimizde masum bebekler halinde geliriz... Her ne kadar bazı kişilik bozukluklarını kalıtımsal yolla açıklamaya çalışsak da günümüzde her şeyin sadece genetik olmadığına dair fikirler artmaktadır. Epigenetik bilimi bizim daha sonradan geliştirdiğimiz duygu, düşünceler ve temel inançların - o gen bizde olsa da - genin kapalı yani etkisiz hale gelebileceğini ispatlıyor... 

Carl Panzram: The Spirit of Hatred and Revenge filmin orijinal ismi... Carl Panzram, 1891 doğumlu Amerikalı seri katil, tecavüzcü ve hırsızdır. 22 kişiyi öldürmüş ve 1,000’in üzerinde kişiye saldırmıştır. Film, Panzram’ın hayatının bir belgeselidir.


Henry Lesser, onun tek arkadaşıdır. Herkes Panzram’a nefretle bakıp, işkence ederken, Lesser, ona iyi davranmış ve ona yaşamını kaleme dökmesi için kağıt ve kalem sağlamıştır. Panzram’ın zarar vermek istemediği tek insan Henry Lesser'dır.

Suçlu ve kurban dengesinin devamlı değiştiği filmde, Panzram’ın çocukluğundaki acıları, 12 yaşında gönderildiği yatılı okuldaki kötü muamele ve oradan kaçtığında yaşadığı tecavüzden bahseder Panzram... Bundan sonra da tüm insanlarda gördüğü kötülüğü başkalarına yansıtmaya başlar... Ta ki, 39 yaşında idam edilene kadar.

Hepimiz hayatta kalmak için ailemize ve çevremize bağlı olmak durumundayız. Bu bağın adı sevgidir... Eğer anne ve babadan sevgi akmıyorsa, bu bağlar zedelenir ve yerini korku, öfke ve nefret alır... Korku ve acı öyle büyük bir halde olabilir ki, savaşmadığımız veya kaçamadığımız çocukluk zamanlarında donar kalırız ve duygularımızla bağımız kesilir. Merhamet, şefkat, empati yok gibidir...  Sevgi bağlarından mahrum kalmış bir insan neler yaşadığına ve neler yapabileceğine dair gerçek olaylar...

Tüm yaptıklarımdan dolayı kendimi üzgün hissetmiyorum. İnsanlara, Tanrı’ya veya Şeytan’a inanmıyorum. Tüm insan ırkından nefret ediyorum, buna kendim de dahil...[Carl Panzram]

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Beyaz Zambaklar Ülkesinde



Finlandiya, bir çok konuda karşınıza çıkan bir ülke; çok zorlu bir coğrafyada, kısıtlı kaynakları olmasına rağmen, ileri teknoloji elektronik endüstrisinde bir dünya lideri olmakla beraber ileri düzeyde metal ve mühendislik sektörü ve ileri teknoloji orman endüstrilerine sahip... Eğitim konusunda örnek gösterilen bir ülke. Kişi başına milli geliri yaklaşık 38bin dolar ile 19. Ülke olurken İngiltere, Fransa, Kore ve Japonya’nın önünde yer alıyor. Türkiye ise aynı listede 17bin dolar ile 54. Sırada...


Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Rus yazar Grigory Petrov tarafından 1923 yılında kaleme alınmış.
Petrov, özellikle Fin Snelmann’den etkilenmiş ve onun Finlandiya’nın gelişimi için yaptıklarına ve fikirlerine yer vermiş kitabında.
Türkçeye 1928’de çevrilmiş; 1928’den 2008’e kadar en az 41 baskısı gerçekleşen kitap, günümüze kadar en çok çevrilen ve yayımlanan yabancı kitaplar arasına girmiş.  


Bu kitapta, Finlandiya’nın kültürel ve ekonomik kalkınma hamlesinin hikayesini bulacaksınız. İşte çarpıcı alıntılar:

ANADİL
Kitapta bir toplumun anadilimize saygı gösterme ve onu koruma konusuna değiniliyor. Dil yaşadığı sürece biz de bir halk olduğumuzu hissedebiliriz. Atalarımızın dili yok olursa, halk da tükenir ve yok olur.

DEĞİŞİM
Diğer bir mesaj ise değişen ve yenilenen nesiller yeni anlayışlar, gayeler ve taleplerle gelmesi.
Bu yeni nesil insanlara geçerliliğini çoktan kaybetmiş yönetim şekilleri zorla dayatılamayacağı ve yeni nesiller hayatının temelini mantıklı,adil ve sağlam bir devlet yönetimi esasına göre şekillendirmek gerekmekteğidir.
İnsanlar ülkelerinin geleceğine dair taşıdıkları kişisel sorumluluğun bilincine varmalı, ülkelerin kalkınması ve refaha kavuşması da mümkün olmayacaktır. Her bir insan gerçek vatandaş, “yaşam mimarı” olmalı...

YÖNETİM
“Halk nasılsa, onu yönetenler de öyledir.
Halk, içinden şimşek çıktığı bir buluttur.
Her halkın içinden hem büyük şahsiyetler hem de aşağılık insanlar çıkabilmektedirç bunlardan hangisinin iktidara geleceğini belirleyen temel etken halk kitlelerine hakim olan ruh halidir.”


‎KÜLTÜR
“Kültür ve uygarlık için verilen mücadelenin çok yölü olması ve insanın hem iç hem de dış dünyasını kapsaması gerektiğini kendisine anlatır. Bu mücadele daimidir, kültürün parlak ışığının insanın iç ve dış dünyasındaki cehalet karanlığına karşı durmadan sürdürdüğü savaştır.”

BİREYSEL KATKI
“Hayattaki aşırı düzensizliğin başlıca nedenlerinden birisi herkesin hayatta iyi bir düzen kurmaya alışması, fakat hiç kimsenin hayatın kendisini düzene sokmak istememesidir.”[Les Tolstoy]
Kitaba göre ‘Aydın olmak’,modaya uygun kıyafetler giymek veya kolalı yakalık ve modern şapka takmak demek değildir.
“Unutmayın: Halk uzun süre sabredebilir, ama her şeyin bir sonu vardır. Zincirlerinden kurtulmak isteyen halk kitleleri bir gün kendini kaybedebilir. İşin bu noktaya varmasına izin vermeyin. Sanatsallık ve sanat duygusu gelişmezse, güzelliğe ihtiyaç duyulmazsa sanat da olmaz. Bilimsellik olmadan, bilim sevgisi ve bilgilenme arzusu olmadan ne bilim gelişir ne de bilgili insanlar ortaya çıkar.”

FUTBOL
“Haylaz, vücut sağlığı yerinde ve ne yazık ki tembel ruhlu Finlandiyalı gençler futbola merak sardı. Futbol, ruhsal bir hastalık gibi, şehirde yaşayan gençlerin büyük kesimine sirayet etmeye başladı. Daha sonra büyük köylere sıra geldi. Bir modaya dönüşen futbol bütün bir kuşağın düşüncelerini ve kalbini esir aldı. Futbol kulüpleri ve toplulukları hasta vucüdu saran sivilce ve benler, bataklıklarda bulut gibi uçuşan sinekler gibi çoğalmaya başladı.”
Gününümüzde bu durum devam ediyor mu? Yenileri eklendi mi?


İNANÇ
“İnsanlar hala büyük bir çocuğa benzemektedir. Aptal ve küçük çocukların yaptığı gibi, aralarındaki anlaşmazlıkları kavga ederek ve savaşarak çözmek istiyorlar. Tanrı ve hayatın kutsallığı hakkında yaptıkları tartışmalarda akılsız çocuklar gibi kaprisli ve inatçı davranıyorlar. Tanrı’yı sopalarla, taşlarla, idamlar ve ateşle korumak niyetindeler. Aptal çocukların yaptığı gibi, bilgeliği kendileri için oyun ve eğlence olarak görüyorlar.
Mabetlerin sunağını kaplamış tozu ve örümcek ağını silip temizleyin. Memur zihniyetine sahip kuralcıları, politik kariyer hedefleyen ve pazarcı esnafı zihniyetine sahip olan şahısları din hizmetlerinden uzak tutun. Halkın yüreğindeki sönmüş inanç ateşini tekrar alevlendirin. Milyonlarca insanın kaşarlanarak sertleşmiş kalbindeki Tanrı’yı uyandırın.”

HAYATIN MİMARLARI
“Hiçbir yeteneği olmayan sahtekarlar, kendini beğenmiş basit tipler ve yırtıcı asalaklar, halk ve toplum için faydalı olan her türlü büyük girişime – politikaya, basına ve toplumlsal faaliyetlere utanmadan, vicdansızca ve hiçbir şeyden çekinmeden sızmak, bu çalışmalarda yeralmak isterler.
Size – Hayatın Mimarları'na sesleniyorum: Siz de hiçbir zaman sönmeyin. Kendiniz de yanın, başkalarının da yanmasını sağlayın. Kuruculuk görevinizi ister köyde, ister şehirde, orduda, Eğitim bakanlığın’nda veya herhangi başka yerde, kısacası, nerede yaparsanız yapın, ama bulunduğunuz yerde yanmaya devam edin!”


Johan Vilhelm Snellman [Wikipedia]
Snellman İsveç'in Stokholm kentinde dünyaya geldi.
1808–09 yıllarindaRusya'nın Finlandiya'yı işgali ve yarı bağımsız Finlandiya dükalığının kurulmasıyla, ailesi 1813 yılında Finlandiya'nın Kokkola kentine taşındı.
Üniversitede yaptığı çalışmalar sonucu Lönnrot ve Runeberg ile birlikte kuşağının ünlü Fennomanları arasında yerini aldı. Snellman'nın dersleri üniversitede kısa sürede popüler oldu fakat 1838'de üniversitelerin devlet kontrolüne alınmasıyla devlet otoritesine karşıt görüşler sindirilmek istendi ve Snellman'nın dersleri geçici olarak kaldırıldı.
Snellman bu hadise sonucu kendi kararıyla Finlandiya'dan ayrıldı ve 1839–1842 yılları arası İsveç ve Almanya'da yaşadı. Helsinki'ye döndüğünde popülaritesi daha da artmıştı fakat politik nedenlerle Üniversiteye geri dönmesi mümkün olmadı. Bunun yerine Kuipo'da bir okulda müdür olarak görev aldı. Bu esnada bazı politik yazılar yayınladı. İsveççe çıkardığı Saima gazetesinde, eğitimin İsveççe'den Fince'ye çevrilmesini ve Fin kültürünün her alanda desteklenmesini savundu.
Saima gazetesi 1846 yılında hükümetçe kapatıldı. 1848–1849 yılları arası Helsinki Üniversitesi'ne Profesörlük için yaptığı başvuru reddedildi. İsveç'e taşınmayı düşündüyse de 1855'te Kuopio'dan ayrılarak Helsinki'ye kesin dönüş yaptı. Snellman , Çar Nicholas 1855'te ölünceye değin zor ekonomik şartlar altında ailesini idare etmeye çalıştı. Ancak Çar öldükten sonra tekrar kendi yazılarını yayınlama imkânı buldu.
En sonunda 1856'te , Helsinki Üniversitesine profesör olarak atandı. 1863'te ise Finlandiya Parlementosunda senatör olarak görev aldı. Maliye Bakanlığına kadar yükseldi ve 1865'te Finlandiya'nın kendi para birimi olan Markka'yı hizmete sundu. 1868'de çok fazla politik karmaşa çıkardığı gerekçesiyle istifaya zorlandı. Herşeye rağmen 1866'da onurlandırılarak Parlementonun Onur Konsülüne dahil edildi.
Snellman hayatının geri kalanını da politikayla uğraşarak geçirdi. Bugun bile milliyetçi hareketlerde onun izi ve fikirleri kuvvetli olarak hissedilmektedir.

“Her geçen gün yeni zenginlikler keşfedilmektedir.
Toprağın zenginliği, zeka, bilgi ve gerçekliğin, insan kalbinin zenginlikleri.
İnsanlar her geçen gün bu servetleri daha iyi değerlendirmeyi ve onlardan etkin bir şekilde faydalanmayı öğreniyorlar. Benim yaktığım ışıklar – aklın ışığı, bilgi ve vicdanın ışığı – giderek daha çok yerde ortaya çıkmakta ve daha parlak yanmaktadır.”

23 Mayıs 2013 Perşembe

Bırakmaya Hazır mısınız?


Hep kutunun içinde olmayı, limitli kaynaklar ile yaşamayı, kalıplara girmeyi öğrendik. Bu yöne doğru itildik. Kısıtlı şartlarda kontrol altında tutulduk... Öğrendiğimiz şey ise kontrol etme çabası... 'Kendimiz' başta olmak üzere her şeyi kontrol etmek. Kısıtlı dünyamızda, hep fazlasına sahip olup, saklama eğiliminde olmak...

Sonuç olarak, gelmemizi istedikleri durum şu: Geleceğimizi kontrol altına almaya, çevremizi kontrol etmeye, çocuklarımızı kontrol etmeye, yaptığımız işi ve arkadaşlarımızı kontrol etmeye çalışmamız... Böylece kendi hapishanemizde güvenli bir şekilde yaşayacağız. 

Kontrol ise içimizde gerilimler yaratıyor... Gerçek anlamda bir kontrol mümkün olmadığı için, elimizde tuttuğumuz, tutunduğumuz şeyler, elimizden kayıp gidince veya onları tutmaya çabaladıkça, ister istemez yoruluyoruz ve acı çekiyoruz. Gerilimler, strese sebep oluyor. Stres ise her türlü ruhsal ve fiziksel sağlık sıkıntılarına...

Bu durum,  içimizdeki ortaya çıkmayı bekleyen yaratıcılığın önünde bir engel oluşturuyor.
Einstein'ın dediği gibi, keşiflerin zeka ile bir ilgisi yok. Keşifler ve yaratıcılık ancak zihin sustuğunda, kontrolün olmadığı bir ortamda ortaya çıkıyor. Peki, ne yapmalıyız? Son dönemlerin gözde bilgeliklerden biri de, akışa bırakmak.
Bırakmak... Boş vermek değil, kaderci olmak demek değil, hiçbir şey yapmamak değil... Kontrolü bırakıp, iç sesimizi duymak, bizden daha büyük bir sistem ile uyum içinde olmak...
En ilginç örneklerden biri, aşağıdaki videoda seyredebileceğiniz sanatçı Phil Hansen:


Hansen, yaşamının bir döneminde yaratıcılığında bir tıkanma yaşıyor. Bu noktadan sonra, kalıcı olmayan, elinde hiçbir şey kalmayan eserler yapmaya başlıyor; bu eserler, yanıyor, akıyor, çürüyor ve en sonunda bitiyor... Yaşamdaki her şey gibi... Bu deneyimden Hansen, bırakmayı öğrenmiş, sonuçları dert etmemeyi, başarısızlıkları düşünmemeyi, kusurlara takılmamayı öğrenmiş...


Nasıl mı? Bir kısıtlama veya engel ile karşılaştığında sadece bir sonraki adımı düşündüğü bir yaratıcılık içerisinde bulmuş kendini. Bu şekilde, hiç olmadığı kadar daha çok fikir gelmiş aklına... Kısaca sadece o ‘anda’ kalmış; eserin beğenilip beğenilmeyeceği üzerine hiç düşünmemiş. Bu metot sadece ona daha fazla sanatsal yeti kazandırmamış, hayat hakkında da farkındalık ve beceriler vermiş.


İşte Phil Hansen'in sözleri:
“Bir çoğumuzun yaptığı burada, kısıtlı kaynaklarla kutunun içinde...
Kısıtlamalarla yaratıcı olmayı öğrenmek bizim için en büyük umut... Kısıtlamaları da yaratıcılığın kaynakları şeklinde görmek hayata bakış açımı değiştirdi; herhangi bir engel veya sıkıntı karşısında kendimi akışa bırakıyor, ihtimalleri gözden geçirip kısıtlamalara meydan okuyorum.”

22 Mayıs 2013 Çarşamba

İyi, Kötü?..


Bir çok öğretiye göre iyi ve kötü diye bir şey yoktur. İyi ve kötü, ancak cahillikten doğmaktadır. Alan Watts’a göre ise cahillik yanılsama bağımlılığından doğmaktadır. İyi ve kötü, kişinin yaşadığı ıstırabı yorumlamasından kaynaklanan birer yanılsamadır. Dayanılmaz arzular hissettiğimizde, Carl Jung’ın 'gölge' olarak adlandırdığı şeyle yüz yüze gelir, eski radyo programlarında olduğu gibi, gölgenin bize yukarıdaki ürpertici soruyu sorduğunu duyarız. Jung, gölgenin içimizdeki değersiz varlık olduğunu söyler. Asla yapmayacağımız şeyleri yapmak isteyen bir varlık...
Gölge... Şeytan, cadı ya da benzeri şeylerle simgelenen ortak bir olgudur.” [Frieda Fordham]
Karşıtlıklar ve dualite ile öğrenen ve bu şekilde düşünen zihnimiz, ikilem ve ayrımlarla koşullanmıştır. İyi ve kötü kavramları kendini her yerde gösterir; tartışmalarda, filmlerde, deneyimlerimizde ve hatta en basit ‘Nasılsın?’ sorusunda...

Gerçekten var mıdır iyi ve kötü? Hiç dikkatlice inceleyip araştırdınız mı? 'İyiyim' dediğinizde gerçekten ne anlatmaya çalışıyorsunuz? 
Hayatımızda vuku bulun tüm olaylar bir sebepten dolayı meydana gelir, kurban ve suçlu birbirine görünmez bir bağ ile bağlıdır sanki... Gün gelir, bir anda yer değiştirirler... Suçlu, suçu işlediğini kabul ettiği an, kurbanın onu ‘affetmesine’ mahkumdur... Artık kendisi kurban durumundadır.

Hayatımızdaki önemli değişimler ve gelişimler, genellikle radikal olaylardan sonra olmuştur. Belli bir farkındalık ve aydınlanma seviyesinden sonra belki buna gerek yoktur ancak o an için ‘olumsuz’ değerlendirdiğimiz olayları çok sonra sağduyuyla incelediğimizde ‘iyi ki olmuş’ diyeceğimiz bir noktaya ulaşırız.
Kur’an’a göre dünya geçici bir oyun alanıdır... Bunu değişik şekillerde yorumlayanlar olacaktır elbette, ancak en temelinde, oyunu amaçsız bir oyun gibi oynarsanız iyi, kötü yoktur... Eğlence, öğrenme ve gelişme aracıdır oyun... Anne aslanın yavruları ile oyun oynaması gibidir bu...

Her olayda vardır bir kısmet...” sözü ne güzel söylenmiştir. Kaderimizin ötesinde her olayda bir uyanma fırsatı var mı? Nasıl mı göreceğiz? Önce zihinden özgürleşmek, onunla olan özdeşleşmeyi terk etmek gerekiyor. Zihninizi gözlemleyerek, nasıl koşullanmış olduğunu görerek, nasıl ve neden taraf tuttuğunu anlayarak başlayabiliriz... 

Tüm duygu ve düşünce kalıpları ile çalışan zihnin ötesine geçtiğimizde atalarımızdan ve kendi geçmişimizden taşıdığımız kaderin dinamiklerini keşfettiğimizde, sihirbazın hilesini anlamak gibi özgürleşmeye başlarız... İyi ve kötünün olmadığını, sadece olan olayların çok daha derin bir akıldan kaynaklandığını anlarız. Bu anlayış bize, zihin ile oluşturduğumuz kişi kavramını sorguladığımız bir noktaya getirir...

İşte bu noktada hiç bir şeyin kişisel olmadığını fark eder, geçmişte olanları sevgiyle kabul edebiliriz... Bu kabullenme, boyun eğmek değildir; bu bizi "kim olduğumuzu" hatırlatacak önemli bir adımdır...

17 Mayıs 2013 Cuma

Starlet

“Kimilerinin ileri yaşlarında acınası ve çirkin görünmeleri yılların acılarını unutamadıklarından, yaşamlarının ritmini kabullenmedikleri için yitmiş bütün sevinçleri pişmanlıkla geride bırakarak yaşlanmış olmalarındandır.” [Alan Watts]
Alan Watts’ın tabir ettiği kişilere benzeyen 85 yaşındaki Sadie (Besedka Johnson) ve aynı yolda ilerleme potansiyeli olan 21 yaşındaki Jane’in (Dree Hemingway) sıra dışı arkadaşlıklarını konu alıyor Starlet.

Pek çok düşünür ve bilgeliğe göre, hayatımızdaki tüm olayları biz çekiyoruz... Bunlara gösterdiğimiz tepkiler de hissettiklerimizi belirliyor. Ya bunları kabulleniyor ve biz gelen mesajı alıyoruz, ya da hayattan kaçıyoruz... Sahte bir yaşam kuruyoruz kendimize...


Jane ve ev arkadaşı Melissa, güzelliklerini kullanarak para kazanmaktadır; yaptıkları tek şey, kafalarını iyi yapmak, playstation oynamak ve gece hayatıdır. Lüks arabalar, alışveriş yapmak vs... Ancak Jane, içten içe bir arayış içindedir; işe odasında değişiklik yapmak istemekle başlar; belki de ailesinin yokluğu ona bir yerlere ait olma, veya yerleşme isteğidir bu... Dışarı çıkar ve garaj satışlarından birçok ürün alır odası için...


Bu sırada, tek başına yaşayan ve kendini tüm dünyaya kapatmış yaşlı Sadie ile tanışır. Ve olaylar gelişir... Güzel oyuncu, 1987 doğumlu Dree Hemingway ve 1925 doğumlu Besedka Johnson başarılı performansları ile ilginç bir yapıt çıkmış ortaya...

10 Mayıs 2013 Cuma

Chinese Coffee


Evren’de her şey hareket halindedir. Hareketten dolayı değişim kaçınılmazdır.
Bu dinamizm ile her şey sürekli değişir ve yenilenir. Bir insan vücudu 7 sene içerisinde kendi hücrelerinin tamamını yeniler.

Ego ise, değişiklikten hiç hoşlanmaz, geçmişe ait olmak onun var olması için kullandığı yöntemlerden biridir... Aidiyet duygusu, nostalji; ah o eski güzel günler.
Bu sebeple birçok kişi eskilerini bir türlü atmaz, onlara bağlılık hisseder, bilinçli zihnimiz ise bu bilinçsiz davranışımız için gerçekçi ve duygusal bahaneler uydurmakla görevlidir. Bu sadakattir, bu eşsiz hislerdir, duygulardır...

Ancak bir gün gelir, insanlar bile birbirlerini tanımakdıklarını fark ederler, aslında tanımadık, daha doğrusu takip etmedikleri şey değişimdir.


Amerika'lı yazar Ira Lewis'in kaleminden çıkan tiyatro oyunu, Çin Kahvesi, iki arkadaşın yıllar sonra büyük bir hesaplaşmanın ortaya döküldüğü iki kişilik bir performanstır. Harry rolündeki Al Pacino, beş parasız bir yazardır ve üçüncü kitabında en iyi dostu ile olan hayatını kitapta anlatır. Dostu Jack (Jerry Orbach) ise bu kitaptan ve içindeki karakter ve detaylardan hoşlanmaz ve yılların hesabı dökülmeye başlar.

Al Pacino hem oynadığı, hem de yönettiği bu tiyatro oyunu sinemaya uyarlanmış... İkilinin müthiş performansı dışında bir aksiyon beklenmeyecek bir film.

                Al Pacino, bu oyunu tiyatroda da sergilemiş.
Değişime ayak uydurmak, farkındalık yaratmak ve bunun için harekete geçmek işimize gelmeyebilir ama bu kaçınılmazdır... Ağzımızda buruk bir tat da bıraksa bazı nesneleri, mekanları ve hatta dostları ait oldukları geçmişte bırakmak... Acı mı? Kahvenin tadını alması için kavrulması mı gerekiyor?

7 Mayıs 2013 Salı

Iron Man 3



Kötülük... Çok iyi olmasa da hepimiz kötülüğün ne olduğunu biliriz.
Geçi, atalarımız, her olayda bir hayır vardır der...
Kimisi size bir kötülük eder ama yıllar sonra dersiniz ki ‘iyi ki başıma gelmiş’.
Dünyanın en iyi davranışları gibi görünen, algılanan durumlar ise tam tersine olabilir...

İyilik nedir? Var mıdır? Birine iyilik yaptığınızı zannederken, o kişi borçlu duruma düşer ve denge bozulur. Siz ondan bunu geri almazsanız denge tekrardan yerine gelmez.
Aksine, ‘kötülük’, ‘kurban’ için hayatını değiştirecek bir etkendir...


Süper kahramamların yaşadığı ikilem hep buradan gelir, ve birazcık olsun denge sağlamak için hemen bir kötü karakter çizilir ve dikkat buraya çekilir.
Iron Man, klasik hikayelerin aksine hem felsefik yönü hem de Robert Downey Jr. ile örtüşen mizahi dokunuşları ile ayrı bir yeri var.

Iron Man, yani Tony Stark, sevdiklerini kaybetmenin tedirginliği ile  kabuslar görmektedir. Özellikle de güzel sevgilisi Pepper rolündeki Gwyneth Paltrow için endişe duyar...
Filmin ilerleyen karelerinde Pepper da onun hayatını kurtarır, Tony de onun...
Ve sonunu siz seyredin.


Filmin diğer dem vurduğu bir konu ise, bizlere tüm bir sistemin hedef tuttuğu Kaddafi, Saddam veya Bin Ladin gibi bir karakter sunması ve bu kişinin tek suçlu gibi gösterilmesi. Kötü adam karakterleri çok sağlam bir kadro tarafından süprizlerle sunulmuş. Ben Kingsley ve Guy Pearce harikalar yaratmış.

Filmin hem senaristi, hem de yönetmeni 1961 doğumlu, Shane Black. Müthiş bir seri olan Lethal Weapon, Last Action Hero, Kiss Kiss Bang Bang filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Bu filmler tüm ortak özelliği, müthiş aksiyon sahnelerinin ve ilginç karakterlerin yanısıra bir felsefesi ve duygusu olması... Ve tabii ki, güldürmesi!


Bu son filmde, Tony Stark ile Iron Man kıyafeti bolca ayrılmaktadır... Iron Man hangisidir?

2 Mayıs 2013 Perşembe

Backwards



Çok nadir spor dalında, geri geri gidilir. ‘Abi’ isimli kahramanımız kendi hayatında çok çaba harcamasına rağmen geri geri gitmektedir. Aklını tamamen geri geri gidilen kürek takımı ile Olimpiyat Oyunlarına gitmekle bozmuştur. Bundan dolayı, kendini kaybetmiş, bedenini zorlayarak yormuştur. Doğal olarak beden-zihin dengesi de bozulduğundan kendi kapasitenin de altında performans göstermektedir.



Zirve mi önemli olan? 
Yoksa, yaptığı şeyden zevk almak ve dolasıyla daha da huzurlu ve mutlu olmak mı? 
Bu konu ile ilgili önemli felsefeler Peaceful Warrior filmde de işlenmişti:

http://tuvaletkagidinanotlar.blogspot.com/2012/11/peaceful-warrior.html


Sadece zirveye takılıyorsak, bunun arkasında başka dürtüler aranmalı mıdır? 
Eğer bu bir madalya ise madalya kaznıldıktan sonra, mutlu mu olursunur? Aklıma hayat boyu kazanılmış madalyalara sarılmış ve hep aynı öyküleri anlatan ve hayatta artık yapacak bir şeyleri kalmayan karakterler geldi.


Backwards filminde ise ‘Abi’, bildiği ve sevdiği işi hedeflere takılmadan yapmayı koçlukta buluyor. Film, biraz Hallmark tadında da olsa, konusu ve doğası ile ilgi çekiyor.
Sarah Megan Thomas, hem yazmış hem de oynamış... Ona Dawson’s Creek’ten hatırlayacağınız James Van Der Beek eşlik ediyor.