24 Temmuz 2013 Çarşamba

Kurban mı? Zorba mı?

Kurban olma edebiyatı neslimize nüfuz etmiş, yaygınlaşmış ve toplumumuzda bir inanç olarak kökleşmiştir. Kurban olmak için fail de gereklidir. Geçmişinde çok fazla göç, savaş ve acı olduğundan dolayı kurban olmak, fail olmaktan çok daha iyidir. Mağdur olman, kendini haklı hisseder. Kurban, faili affetmez, suçlar ve bu durumu kendi avantajına kullanır. Kurbanın affetmesine mahkum edilmiş fail, şimdi kurban durumuna geçer. Tam tersi de olabilir, kurban sadece faili affeder ve haklı durumunu daha da güçlendirir. Her iki koşulda da gerçek dışlanan faildir...


Bu sistemik bakış açısı, faillerin yaptıklarını makul göstermek değildir. Her birey yaptıklarının sonuçlarını döngüsel bir şekilde görecektir. Herkes yaptıklarının sorumluluğunu almak durumundadır. Öte yandan, bunu anlamak zor da olsa, sorumluluk asla tek taraflı değildir... Herkes ve her olay hayatımıza bir sebepten dolayı girer. Nedensellik ile koşullanmış, tepkisel bir zihinle bunu anlamak zordur. Düşünceler, bellekteki bilgi ve deneyimlerimizle hayata tepki vermektir. O halde mevcut bilgi ve deneyimlerimizi bir yana koymadan, berrak ve açık bir zihin elde edemeyiz. Tüm bunları bir kenara bıraktıysak, artık yeni bir bakış açısına hazır hale geliriz.


Tanrılar Okulu gibi bir çok kaynak, kendi dünyamızı kendimizin oluşturduğunu ve başımıza gelen olayları çektiğimizi net bir şekilde ortaya koymaktadır: 
"Senin gibi insanlar, ölünceye kadar barış gönüllülerinin saflarına katılır, yeryüzündeki tüm Kurtuluş Ordularının her kademesindeki rütbeleri doldururlar ve gerçekte kendilerinin zorba ve çatışmalarla, düşmanlıkların bilinçsiz propagandacıları olduklarından habersiz, insani hareketlerin liderleri, şiddet karşıtlığının savunucuları haline gelirler.
Fedakarlık ve yardımseverlik, insanların kendi zorbalıklarını gizlemeleri adına başvurdukları yollar olup, çoğunlukla da kendi ayrımcılıklarının ve ötekiler ile aralarında oluşturdukları mesafesinin şeklini alırlar. Yardımseverlik, cömertlik ve sevgi, ‘sana nasıl davranılmasını istiyorsan başkalarına da o şekilde davran’ anlayışının tamamen yanlış yorumlanmasından, hayırseverliğin nihai ve en aşırı yozlaşmasında, dilenen bir varlığın içinde somutlaşarak küçülür ve bayağılaşır."

Kuantum fiziğinde ortaya şu çıkmıştır; en şey bir enerjidir; elma, demir, hava, düşünce... Her şey... Enerjiler benzer enerjileri çeker. Bu sebeple evrende herkes bu çekimin içindedir. Bağımsız olarak tanımlanacak bireysellik bir yanılsamadır.

Bu egodur, ve ego 'fedakarlık' adı altında yapılan edebiyata bayılır... Bir şeyi 'feda' ederek karşılığında 'kar' bekler... Bu şartlarda kendini kurban ilan eder ve bariz bir şekilde görünenleri de zorba!
"Kötülük, zorba olmak değil, zorba olduğunu bilmemektir. Şiddet göstermek, çatışmacı bir zihniyetin yansıması ve kişinin kendi içindeki intiharın sonucudur.
İlk iş, kendini sağlam temeller üzerine inşa etmendir! İnsanların yaşamında gözlemleyebildiğin tüm felaketleri ve zorlukları, kişinin bilmezliği davet eder... Kurbandır, saldırganını kendisine çekecek koşulları bilinçsizce hazırlayana... Uzun zamandır, Varlığının karanlıklarındaki cellatını yakalayacak korkunç ağlarını, büyük bir titizlikle örmektedir.
"

Kendini gözlemlemek farkındalığa giden yolda ilk adımdır. Ancak bu yolla insan kendini tanıyabilir. Gözlemlemek ve kendini tanımak içinse sağlam bir irade gerekir; bu yoksa kendimizi akışa bırakamaz, savrulmaya başlarız. 
"Dış dünya senin psikolojinin maddeleşmiş halidir. Yaşamında önüne çıkan her soruna, her zorluğa önceden onay veren sensin. Bir gün kendini tanımaya başladığında, dünyanın neden bu halde olduğunu anlayacaksın."
Kendimizi tanımaya başladığımızda, içerisinde olduğumuz sistemi de fark etmeye başlarız. Ailemizden ve atalarımızdan taşıdığımız dinamikler - kader, hayatımızdaki olayları derinden etkiler. Taktığımız maskelerin ardında yatanı anlarız. Eğer bu kurban maskesi ise, aslında bu bizim derindeki bambaşka bir acıdan kaçmak için kullandığımız bir maskedir. Bu şekilde bir acı çekmek tamamen gereksizdir... Her şeyin ötesindeki gördüğümüzde, her hangi bir maske takmamız gerekmediği aşikardır...

11 Temmuz 2013 Perşembe

O, Sevgi'ydi


O, Sevgi’ydi...
Herkesin ağzında sakız oldukça seyrelen,
Bildiğimiz sevgi değil.

O’nun adı Sevgi’ydi.
Çoğu tarafından dışarıda bırakılan,
Değişik olan...

Kendi’ydi O,
Şimdide mutlu, heyecanlı.
Gerçek sevgiydi...

Tüm o yakınmalarına rağmen,
Gülümseyen yüzü kaldı akıllarda,
Ağır ama hevesli yürüyüşü...

Misyonu bu kadar mıydı?
Erkenden göçüp gitti.
Ardında bıraktığı bu isimsiz duygu...

Garip bu insan zihni.
Çeyrek asır sonra... Ansızın,
Çıkartıp veriyor cevabı size...

Ne?..
Onun adı Sevda mı? Yoksa Selda mı?
Fark eder mi?

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Trance


Beynimiz, günde 70,000 düşünce üretmektedir. Bu düşünceler bildiğimiz ama anlamadığımız elektrik akımlarıdır, diğer bir deyimle enerjidir... Beynimiz yaşamımızdaki deneyimleri hafızasında depolar ve gerektiğinde bunları size geri getirir veya getirmez.

“Unknown” isimli bir filmde, bir şekilde bir türlü gaza maruz kalan bir grup insan geçici bir süre hiçbir şey hatırlamaz. Bu kişilerin kimisi bağlıdır, kimisi yaralı, kimisi silahlı... Kim kötüdür, kim iyidir? Kim kimin arkadaşıdır?
Doğal olarak herkes iyidir...

Bizi biz yapan deneyimlerimiz, geçmişimizdir. Gerçekten öyle mi? Her bize öğretilenleri, ünlü bir filozofun sözünü doğru olarak kabul etme eğilimdeyiz, veya çok az kısım ‘asi’nin yaptığı gibi tamamen reddetme...

Bugün bir bilgisayara ve akıllı telefon fazlaca bilgi ile yüklendiğinde kitleniyor ve açıp kapamak suretiyle cihazı sıfırlıyoruz. Beynimiz ise günde 70,000 düşünce, saniye 1,000,000 veri girdisi ile gıkını çıkarmadan çalışıyor; bazen biraz uyku, biraz muhabbet, biraz ilaç... işte o kadar. Zaman zaman beynimizi sıfırlamak ister miydik? Geçmişteki acı ve mutluluklara olan sıkı bağlılığımız nereden geliyor?

İnsanların %99’u ölümden sonra bir hayata ve buna bağlı olarak bir Yüce Yaratıcı’ya inanıyor. Bu inancı kendini ölüm korkusundan koruyup bir nebze de olsa rahatlatmak isteyen zihnimiz mi yaratıyor? Yoksa tüm insanlığın ortak bilinci mi?
Ölümden sonraki hayat inancına göre bu beden ve beyin bu dünyada toprak olacak ve öbür dünyaya dediğimiz sonsuz hayata intikal etmeyecek.
Beynimiz, hatıralar biz miyiz?


“Trance” filmi çok fazla felsefi bir film olmamasına rağmen zihnimiz, hatıralarımız ve hipnoz üzerine çok ilginç bir yapıt. Önemli bir soygunun baş kahramanı haline gelen Simon, hipnoz terapi ile hafızasını geri getirmeye çalışan terapist Elizabeth ile gizemleri çözmeye başlar.
Sıra dışı bir kurgu ve temposu ile sonuna kadar merak ve zevkle izlenecek bir film.

Filmin İngiliz yönetmeni Danny Boyle, Sunshine ve The Beach gibi filmler ile dikkati çekerken, 2009’da Slumdog Millionaire ile Oscar Ödülü aldı, ve 2011 yılında ise 127 Hours ile Oscar Ödülü’ne aday gösterildi. Ancak Danny Boyle’ün en önemli yapımı 1996 yılındaki Trainspotting...


Başrolde İskoç James McAvoy yer alıyor: Wanted, X-Men: First Class, The Last King of Scotland, Becoming Jane, Atonement... Hem aksiyon hem de duygu dolu filmlerde yer alan başarılı aktör bu filme de yakışmış.
Güzel terapist rolündeki Rosario Dawson, yanrollerden ana rollere doğru geçiş yapıyor. Diğer bir önemli rol Vincent Cassel’in... O da kariyerinde çok düzgün bir çizgide ilerliyor. Özellikle Black Swan’daki performansı müthişti.


Filmi izlemeden önce hipnozun ne olduğuna dair kısa bir bilgi:

"Hipnoz, tüm insan ve gelişmiş memeli hayvanlarda doğal olarak ortaya çıkan bir zihin durumudur. Dalıp gittiğimiz her an hipnozdayız. Hipnoterapi ise, bu doğal durumun, tedavi amacıyla kullanılmasıdır.
Hipnoterapi, Yunanca ‘uyku’ anlamına gelen hypnosis ve ‘tedavi’ anlamına gelen terapi sözcüklerinden geliştirilmiştir. Hipnoz, tam uyku değil, uyku ile uyanıklık arasında bir zihin halidir. Hipnoterapide, hipnotik zihin durumundaki kişiye, hedeflenen yönde olumlu telkinlerde bulunulur. Zihin rahat ve gevşemiş durumda olduğu için, telkinlere daha açıktır ve onlardan daha çok yararlanır.

Zihnin Beta durumunda, dikkat dışa yönelmiştir. Kişi düşünür, konuşur, planlar yapar, problem çözer. Beta ve Alfa dalgaları arası, bilinçaltına giriş aralığıdır. Gözlerimizi kapatıp gevşediğimizde, beyin dalgalarımız Alfa frekansındadır. Yaratıcılığımız bu aşamada artar. Bilinçli zihnin kontrolü azalır.

Rüya görürken, meditasyon yaparken veya derin hipnozda, Teta zihin durumuna geçeriz. Tekrarlayan ses veya hareketler, bu süreci kolaylaştırır.
Delta zihin durumu, tam uyku hali olup, beden bu evrede dinlenir, büyür, güzelleşir ve kendini yeniler.

“Bilinçaltı, fiziksel gerçeklikle, hayal edilen bir görüntüyü ayıramaz.
Gerçek olmayan bir film sahnesi, kendini kaptırmış beynimizde, gerçek etkiler yaratır.”
Bu durum hafif bir “trans” gerektirir. O nedenle, filmi izlerken dışarıdan bir uyaran gelmesini ve dikkatimizi dağıtmasını istemeyiz. Diğer yandan, ne denli konsantre olursak olalım, istediğimiz her an, filmden kopabilir, normal bilincimize geri dönebiliriz.

Terapistin hastanın zihnini, çeşitli imgelerle olumlu yönde yönlendirmesi sonucu, beynin limbik bölgesine giden kan akışı artar. Adrenalin ve kortizon yerine, huzur ve rahatlık duygusu veren doğal morfinler yani endorfinler salgılanır. 
Vücut, gevşeme haline geçer.

Kalp ritmi düzenli hale geçer. Nefes derindir. Kan basıncı düşer. Zihin rahatlar.
Hipnoterapi, ruhsal ve bedensel dinginliğin yanı sıra, vücudun kendisini yenilemesine de yardımcı olur.

Hipnoterapi, kişinin kendisi ve yaşam hakkında edindiği yanlış ve zarar verici düşünce kalıplarını tek başına değiştiremez. Derin iç çatışmaları bilinç düzeyinde çözümlenmeden, hipnoterapiden kalıcı bir sonuç almak olanaksızdır.

Bu kalıpların gerçek anlamda değişimi ise ancak, kişinin kendi hayatını gözden geçirmesi, düşünme, okuma ve tartışma ile bilincini geliştirmesiyle mümkündür. Hipnoterapi bu süreçte, zihinsel ve bedensel rahatlama, dolayısıyla, öğrenilen bilgileri daha sağlıklı kullanma konusunda hastaya yarar sağlar."

5 Temmuz 2013 Cuma

Yıldızlar


Yıllarca baktım yıldızlara...
Ya ondadır, ya bunda,
Boşuna aramışım cevabı onlarda,
Hep karşımdaymış yanıt... Boşlukta...