10 Temmuz 2013 Çarşamba

Trance


Beynimiz, günde 70,000 düşünce üretmektedir. Bu düşünceler bildiğimiz ama anlamadığımız elektrik akımlarıdır, diğer bir deyimle enerjidir... Beynimiz yaşamımızdaki deneyimleri hafızasında depolar ve gerektiğinde bunları size geri getirir veya getirmez.

“Unknown” isimli bir filmde, bir şekilde bir türlü gaza maruz kalan bir grup insan geçici bir süre hiçbir şey hatırlamaz. Bu kişilerin kimisi bağlıdır, kimisi yaralı, kimisi silahlı... Kim kötüdür, kim iyidir? Kim kimin arkadaşıdır?
Doğal olarak herkes iyidir...

Bizi biz yapan deneyimlerimiz, geçmişimizdir. Gerçekten öyle mi? Her bize öğretilenleri, ünlü bir filozofun sözünü doğru olarak kabul etme eğilimdeyiz, veya çok az kısım ‘asi’nin yaptığı gibi tamamen reddetme...

Bugün bir bilgisayara ve akıllı telefon fazlaca bilgi ile yüklendiğinde kitleniyor ve açıp kapamak suretiyle cihazı sıfırlıyoruz. Beynimiz ise günde 70,000 düşünce, saniye 1,000,000 veri girdisi ile gıkını çıkarmadan çalışıyor; bazen biraz uyku, biraz muhabbet, biraz ilaç... işte o kadar. Zaman zaman beynimizi sıfırlamak ister miydik? Geçmişteki acı ve mutluluklara olan sıkı bağlılığımız nereden geliyor?

İnsanların %99’u ölümden sonra bir hayata ve buna bağlı olarak bir Yüce Yaratıcı’ya inanıyor. Bu inancı kendini ölüm korkusundan koruyup bir nebze de olsa rahatlatmak isteyen zihnimiz mi yaratıyor? Yoksa tüm insanlığın ortak bilinci mi?
Ölümden sonraki hayat inancına göre bu beden ve beyin bu dünyada toprak olacak ve öbür dünyaya dediğimiz sonsuz hayata intikal etmeyecek.
Beynimiz, hatıralar biz miyiz?


“Trance” filmi çok fazla felsefi bir film olmamasına rağmen zihnimiz, hatıralarımız ve hipnoz üzerine çok ilginç bir yapıt. Önemli bir soygunun baş kahramanı haline gelen Simon, hipnoz terapi ile hafızasını geri getirmeye çalışan terapist Elizabeth ile gizemleri çözmeye başlar.
Sıra dışı bir kurgu ve temposu ile sonuna kadar merak ve zevkle izlenecek bir film.

Filmin İngiliz yönetmeni Danny Boyle, Sunshine ve The Beach gibi filmler ile dikkati çekerken, 2009’da Slumdog Millionaire ile Oscar Ödülü aldı, ve 2011 yılında ise 127 Hours ile Oscar Ödülü’ne aday gösterildi. Ancak Danny Boyle’ün en önemli yapımı 1996 yılındaki Trainspotting...


Başrolde İskoç James McAvoy yer alıyor: Wanted, X-Men: First Class, The Last King of Scotland, Becoming Jane, Atonement... Hem aksiyon hem de duygu dolu filmlerde yer alan başarılı aktör bu filme de yakışmış.
Güzel terapist rolündeki Rosario Dawson, yanrollerden ana rollere doğru geçiş yapıyor. Diğer bir önemli rol Vincent Cassel’in... O da kariyerinde çok düzgün bir çizgide ilerliyor. Özellikle Black Swan’daki performansı müthişti.


Filmi izlemeden önce hipnozun ne olduğuna dair kısa bir bilgi:

"Hipnoz, tüm insan ve gelişmiş memeli hayvanlarda doğal olarak ortaya çıkan bir zihin durumudur. Dalıp gittiğimiz her an hipnozdayız. Hipnoterapi ise, bu doğal durumun, tedavi amacıyla kullanılmasıdır.
Hipnoterapi, Yunanca ‘uyku’ anlamına gelen hypnosis ve ‘tedavi’ anlamına gelen terapi sözcüklerinden geliştirilmiştir. Hipnoz, tam uyku değil, uyku ile uyanıklık arasında bir zihin halidir. Hipnoterapide, hipnotik zihin durumundaki kişiye, hedeflenen yönde olumlu telkinlerde bulunulur. Zihin rahat ve gevşemiş durumda olduğu için, telkinlere daha açıktır ve onlardan daha çok yararlanır.

Zihnin Beta durumunda, dikkat dışa yönelmiştir. Kişi düşünür, konuşur, planlar yapar, problem çözer. Beta ve Alfa dalgaları arası, bilinçaltına giriş aralığıdır. Gözlerimizi kapatıp gevşediğimizde, beyin dalgalarımız Alfa frekansındadır. Yaratıcılığımız bu aşamada artar. Bilinçli zihnin kontrolü azalır.

Rüya görürken, meditasyon yaparken veya derin hipnozda, Teta zihin durumuna geçeriz. Tekrarlayan ses veya hareketler, bu süreci kolaylaştırır.
Delta zihin durumu, tam uyku hali olup, beden bu evrede dinlenir, büyür, güzelleşir ve kendini yeniler.

“Bilinçaltı, fiziksel gerçeklikle, hayal edilen bir görüntüyü ayıramaz.
Gerçek olmayan bir film sahnesi, kendini kaptırmış beynimizde, gerçek etkiler yaratır.”
Bu durum hafif bir “trans” gerektirir. O nedenle, filmi izlerken dışarıdan bir uyaran gelmesini ve dikkatimizi dağıtmasını istemeyiz. Diğer yandan, ne denli konsantre olursak olalım, istediğimiz her an, filmden kopabilir, normal bilincimize geri dönebiliriz.

Terapistin hastanın zihnini, çeşitli imgelerle olumlu yönde yönlendirmesi sonucu, beynin limbik bölgesine giden kan akışı artar. Adrenalin ve kortizon yerine, huzur ve rahatlık duygusu veren doğal morfinler yani endorfinler salgılanır. 
Vücut, gevşeme haline geçer.

Kalp ritmi düzenli hale geçer. Nefes derindir. Kan basıncı düşer. Zihin rahatlar.
Hipnoterapi, ruhsal ve bedensel dinginliğin yanı sıra, vücudun kendisini yenilemesine de yardımcı olur.

Hipnoterapi, kişinin kendisi ve yaşam hakkında edindiği yanlış ve zarar verici düşünce kalıplarını tek başına değiştiremez. Derin iç çatışmaları bilinç düzeyinde çözümlenmeden, hipnoterapiden kalıcı bir sonuç almak olanaksızdır.

Bu kalıpların gerçek anlamda değişimi ise ancak, kişinin kendi hayatını gözden geçirmesi, düşünme, okuma ve tartışma ile bilincini geliştirmesiyle mümkündür. Hipnoterapi bu süreçte, zihinsel ve bedensel rahatlama, dolayısıyla, öğrenilen bilgileri daha sağlıklı kullanma konusunda hastaya yarar sağlar."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder