25 Ekim 2013 Cuma

Uyanış


Uyanıyorlar, her gün sayıları artıyor...
Ay-çiçeklerinin hep beraber başlarını kaldırdıkları gibi başlarını kaldırıyorlar... 
Kim uyanıyor? Neye uyanıyorlar? Yoksa sadece uyanış mı? 

80’li kuşak gayet iyi hatırlar; Iron Maiden’ın “2 Minutes to Midnight” şarkısı, dünyanın insanları yaşamayacağı bir hale gelmesine 2 dakika kaldığını gösteriyordu...


1900’lu yıllara gelindiğinde tüm insanlık kendi içsel korkularından yarattıkları bir savaş durumundaydı. Birinci Dünya Savaşını takiben daha geniş çağlı olan ikincisi gerçekleşiyor ve ardından Soğuk Savaş ile nükleer silahlanma ile insan hayatına olan tehdit azami seviye çıkıyordu. Kutuplaşmanın, yargıların, ayrımcılığın tavan yaptığı, bireysellik illüzyonu ile kendi sonunu hazırlıyordu insanlık...

Halen dünyanın belli yerlerinde terör ve savaş devam etse de, global ve büyük savaşlar yerine küreselleşmeye bırakıyor. Sınırlar daha şeffaf hale gelirken ticaret anlaşmaları halkları birbirlerine hiç olmadığı kadar yakın hale getiriyor... Böylece saat geriye gitmeye başladı. Nesiller değişmeye, enerjileri yükselmeye başladı.

Etrafımıza baktığımızda birçok insan kendini kapana kısılmış gibi hissediyor, halen yerel çatışmalar devam ediyor, kaynaklar tükeniyor, işler azalıyor, ilişkiler yüzeyselleşiyor, komşuluk azalıyor, çevreye saygımız azalıyor...


Bir kısmımız da sadece egoya teslim olmuş durumda: Para, ödül, statü, unvan, ün, cinsellik ve güzellik mi peşindeler... Bu kişiler, kökeninde ölüm korkusu olan egonun başkaları tarafından onaylanma ve var olma çabası ile özdeşleşiyorlar.

Peki soru şu:
Biz kimiz? Hayatın amacı bu mu? Hayat bu mu? Tanrı gerçekten var mı?

Her şeye sahibiz ancak içimizde yaşama neşesi yok mu? 
Hiçbir şey sahip değiliz ve başkalarını mı suçluyoruz?
İçimizdeki boşluk hissi bir türlü yok olmuyor mu?

Birçok kişi bazen bir anda, bazen belli öğretilerle (Budizim, Sufizim, Islam, Taoizm, Zen...) anlayışlarını geliştirip ne olduklarını sorguluyorlar. Bu yüzeysel bir sorgulama değil; içtenlikle ve derinlemesine yapılan bir sorgulama... Bazen belli bir sürecinden ardından gelen, bazen sanki sihirli değnek değmiş gibi bir anda gerçekleşen bir uyanış. Byron Katie (“Olanı Sevmek” kitabının yazarı) on yıllık depresyonun ardından bir gün büyük bir neşe, coşku dolu bir farkındalıkla uyanmış.

            "Oluşunuzun merkezinde cevap vardır; kim olduğunuzu biliyorsunuz
                        ve ne istediğinizi biliyorsunuz." [Lao Tzu]

Sufizm, “Mutlak Yaratıcı, O’nu kendi zatına ayna yapmıştır” der... Kur’an'ı Kerim'de de insanlık hakkında bilgiler var: Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.” Biz Âdeme ruhumuzdan üfledik” (Hicr)

İncil’de ise şöyle der:
…çünkü erkek Tanrı’nın benzeyişinde olup Tanrı’nın yüceliğini yansıtır...


Birçok film veya kitap da bu tür farkındalıkları görmek mümkün. The Perks of Being a Wallflower adlı filmleri sözlerden biri “Şu anda hayattayız, ve bu anda yemin ederim ki biz sonsuzuz.” 

An’da olmak “Şimdi’nin Gücü”nün yazarı Eckhart Tolle’nin üzerinde vurduğu bir kavramdır. 'Sadece olmak' ve olabileceğiniz tek zaman dilimi olan Şimdi’de olmak sizi olduğunuz Ortak Bilinç’le bağlantıda tutacaktır.


Eckhart Tolle, Var Olmanın Gücün’de uyanış hakkında yazmış. Kendisi bu kitabın yazılmayı istediğinden bahsediyor. Bilinç olduğunuz zaman, temel inançlarımızdan, yargılarımızdan, tutunduğumuz duygu ve düşüncelerden (ki geçmiş kökenli ve sınırlıdır) özgür olur ve yaratım gücümüzü kavuşuruz. Bu gücü bize Yaradan vermiştir. Bu anlayış yerleştiğinde, ‘şans’, ‘tesadüf’, ‘rastlantı’, gibi sözcükleri artık fazla kullanmama başlarız.

İşte Tanrılar Okulu’nun yazarı Stefano D’Anna:

“Adem’in işlediği günah ölümcüldür, çünkü bu bir ‘zaman içine düşüştür’,
hipnotik hale gelen insanın, ölebileceği ‘inanışına’ düşüşü...
Artık insanın eve dönmesinin, uykusundan uyanmasının,
özbeöz hakkı olan “ölümsüzlük hakkını
geri alması gerekiyor.” 

Bizler sadece bize verilen hayat planını takip ettik. Bu bir hata değil. Sadece derin bir uyku hali... Gördüğümüz harika bir rüya veya berbat bir kabus olabilir. Hiç fark etmez. Uyku uykudur. Ya uyanığızdır ya da rüya görmeye devam ediyoruzdur. 


Evrenin Ruhu’nun Kuantum Fizikçisi Fred Alan Wolf, “Hiçbir şey aslında hiçbir şey değil, fizikçilerin boşluk hali adını verdiği değişken bir şeydir. Boşluk hali, köpükler çıkaran bir içecek gibi madde ve enerji püskürtür. Bu yanıt, ruhun ortaya çıkışını da anlatıyor: Ruh da aynı şekilde ortaya çıkar.

Aralarında Jim Carrey, Eckhart Tolle ve Oprah’ın olduğu Uyanış ile ilgili video tüylerinizi diken diken ediyor veya gözlerinizi yaşartıyorsa, bedeniniz uyanışa cevap veriyor demektir. 


Biz bu beden ve zihin (dolayısıyla) ego değiliz. Bunları kullanabilir ama biz sonsuz varlıklarız... Öz veya ruhuz. Tüm maskeleri bıraktığımızda, kim olduğumuzu hatırlayacağız... İçimizde sahte olan ne varsa hepsinden kurtulduğumuzda geriye kalan sadece gerçek ve kalıcı olandır.
“Eğer tüm insanlığı uyandırmak istiyorsan, kendini uyandır; eğer dünyadaki ıstırabı yok etmek istiyorsanız, içinizdeki karanlığı ve olumsuzluğu yok et.  Sahip olduğunuz en büyük armağan kendi dönüşümünüzdür.” [Lao Tzu]

23 Ekim 2013 Çarşamba

The Way Way Back


The Descendants’ın senaryo yazarlarından Nat Faxon ve oyuncu Jim Rash’ın yazıp, yönetip, bir de oynadıkları film harika bir yaz hikayesi... Duncan, ergenlik çağında bir çocuktur, annesi erkek arkadaşı Trent ve onun kızı ile tatile çıkarlar. Film, yoldaki müthiş diyalogla başlar:

Trent: Duncan! 1’den 10’a arasında kendine bir değer biçer misin?
Duncan: 6!
Trent: Bence sen bir 3’sün! Annenle çıktığımızdan beri, kendini oradan dışarı atmıyorsun! Bu yaz, benim yazlığımda skorunu artırmaya çalışabilirsin!


Kot pantolonlarını bile annesinin aldığı öz güveni olmayan biridir Duncan. Orada tanıştığı Susanna ise herkese uymayan ve gözlemleyen bir kızdır. Genellikle ebeveynlerin sorumsuz tavırlarının gençler üzerindeki etkilerini görebildiğiniz filmde Duncan’ın kendini bulmak yolunda ilerlerken çevresindeki kişilere de katkı oluyor. Her şeyle gırgır geçen Aqua Park yöneticisi Owen, Duncan’a hayattan keyif almasına, öz güven duymasına sebep olurken, kendisi de değer verdiği kişilerin farkına varıyor. Film keyifle izlenebilecek tarzda...


Kadro çok popüler olmayan ama usta oyunculardan kurulu; Steve Carell, Toni Collette, Allison Janney, Sam Rockwell... Genç oyuncu AnnaSophia Robb'u, Bridge to Terabithia, Jumper, Soul Surfer, Charlie and the Chocolate Factory gibi harika filmlerden hatırlayabilirsiniz. Başrol oyuncusu Liam James ise 2012’deki küçük rolünden sonra, bu filmden sora yolu açık olacak gibi gözüküyor. Seven Psychopaths, Moon, Iron Man 2 ve Matchstick Men gibi harika filmlerde rol alan Sam Rockwell her türlü rolü oynayabilen bir aktör. Bu sene 75’inci filminde rol alan oyuncu bu filme de değer katmış.


Pam: Neredeydin Duncan?
Duncan: Hiçbir yer.
Pam: Hiçbir yerde olmak için uzun bir süre değil mi?
Duncan: Olduğum yer orasıydı!

17 Ekim 2013 Perşembe

Simple Simon

“Dünya’nın etrafındaki bir uydudayım. Burada olaylara bakış açımı geliştiriyorum. Uzayı seviyorum. Uzayda sorun yoktur. Yanlış anlamalar yoktur. Kaos yoktur. Çünkü uzayda hislere yer yoktur.”

Simon, Asperger Sendrumlu* bir gençtir. Empati kurma yeteneği gelişmediğinden sadece abisi Sam ile anlaşabilmektedir. Bu sebeple abisi ve onun kız arkadaşı Frida ile yaşamaya başlar. Simon hiçbir değişikliğe tahammülü olmayan bir hayat ister. Bu koşullara daha fazla dayanamayan Frida evi terk eder. Simon, düzeni tekrar sağlamak amacıyla abisine bir kız arkadaş arayışına girer.

Simon’un hayata basit bakış açısı müthiş gözlemler yapmasını sağlar. İnsanların birden mutlu bir halden üzgün olmaları, göz göre göre yalan söylemeleri onu şaşırtır. Bilimde çok iyi olan Simon, abisine onun tam zıddı bir kız arar; zıd kutuplar birbirini çekecektir! Ama hiçbir şey planlandığı gibi olmaz.


Her şeyi kendimiz yaratırız, ancak olayların nasıl meydana çıkacağını bilemeyiz; bu tohumu ekip, suyu verip bitkinin çıkmasını beklemek gibidir. Ya peki Simon’un hayatındaki yanlış anlamalar, yargılar, beklentiler olmasaydı? Ya peki duygu dediğimiz zihnimizde oluşan elektrik sinyallerine bu kadar kapılmasaydık, Simon gibi kendimiz olsaydık?
Ya peki etiketlediğimiz sendromlar olmasaydı? Yoksa bize mi “Zihin Sendromlular" derlerdi?


Türkçeye “Aşkın Formülü Yok” diye çevrilen film 2010 yapımı. Oyuncular Bill Skarsgård, Martin Wallström ve Cecilia Forss çok başarılı oynamışlar. Çok keyifli bir film...
“Her iyi sosun içinde biraz acı vardır, tıpkı hayat gibi...”
*Asperger Sendromu (Kaynak: Wikipedia)

Empati gösteriminin eksikliği büyük ihtimalle Asperger sendromunun en önemli fonksiyon bozukluğudur. AS’i olan bireyler sosyal etkileşimin en temel noktalarında zorluklar çeker, bunlar arkadaşlık kurmakta başarısızlık, diğerleriyle kendiliğinden gelişen ilgilerden ya da başarılardan zevk alma, sosyal ve duygusal karşılıklılık eksikliği, ve göz teması, yüz ifadesi, duruş, ve el hareketleri gibi sözel olmayan davranış eksiklikleridir.

Otistiklerin aksine AS’li insanlar genellikle kendi içlerine kapanık değildir, beceriksizce de olsa başkalarına yaklaşırlar, örneğin favori konuları hakkında tek yanlı, uzun soluklu bir konuşmaya başlarlar ama dinleyicilerinin sıkılma ya da bir an önce oradan ayrılma gibi tepkilerinin ve duygularının belirtilerinin farkına varmazlar.

13 Ekim 2013 Pazar

The Broken Circle Breakdown


Didier ve Elise, bir mağazada tanışırlar, ilk görüşte aşık olurlar ve evlenirler. Müzisyen olan Didier’in grubunda solistlik yapmaya başlayan Elise, bir süre sonra hamile kalır... Çocuk yapıp yapmama konusunda epey tartışan çiftin sonunda çocukları olur. Derken trajik bir şekilde kızları Maybelle hastalanıp bu dünyadan göçer. Çift, birbirlerini, kendilerini ve Tanrı’yı suçlamaya ve yargılamaya başlar... 

Bir şeyi suçladığımızda, yargıladığımızda, kendimizi o şeyden ayırıyoruzdur. Bunu fark ettiğimiz zaman, anlarız ki konu ne olursa olsun dualite, ayrılık, bölünmüşlük vardır. Tüm sıkıntıların temelinde, zihnin kendini tamamen bağımsız bir birey gibi görüp, kendini izole etmesi yatar. 

Zihin, bu dünyada ölmekten korktuğu için, devamlı bir güvence arayışındadır. Diğer tüm korkular, ölüm korkusundan türemiştir. Bu dünyada güvence bulamayan bakış açısı, kendine öbür dünya isimli bir hayal alemi yaratmıştır. Tüm dinlerin, öğretilerin özünden uzaklaşıp, kendini kurtaracak bir otorite yaratmıştır: Tanrı... Bu yarattığı sistemde bile bir çok ikilik vardır.


Dideir’in seyircilerine yaptığı söylevde insanların korkudan Tanrı’yı yarattığını belirtirken, muhtemelen değiştirilmiş bir kavram haline gelen kendi dinini eleştirir:

“Kime acıyorum biliyor musunuz? Darwin’den sonra sonra zamanını biyolojiye ayırmış bilim adamlarına. Bu müthiş dünyayı anlamaya ve anlatmaya çalışan, araştırma yapanlara. Hayatını zor şartlarda çalışmaya harcayanlara. Ve hala evrim teorisini sorgulayanlara acıyorum ben. Çünkü Tanrı her şeyi altı günde yarattı. 4.5 milyar yılda değil. Bu sizi kusturmaya bile yeter. Embesiller!
Ama size bir şey söyleyeyim. Eski yazıtlardaki Tanrı, dünyanın %80’inin tapındığı Tanrı, edebiyattaki en kötü varlıktır. İncil’e bakın. İyi Okuyun. Manipüle eder, sadistir, katildir, ırkçıdır, misoginisttir, homofobiktir, cahil kafalıdır ve bencildir ve sadece etnikleri önemser. İnsanların inancını test etmek için çocuğunu kurban etmesini ister. Cennet ve cehennemi ve insanları, önünde diz çökülsün ve ona tapınılsın diye yaratmış biridir. Tüm şarkıların adına adanmasını ister. Ben bunun için yaratılmadım! Öyle bir Tanrı’dan emir almayacağım! Bundan daha iyiyim.
Ben bir maymunum. Ve korkuyorum. Güzel dostlarıma iyi davranmam gerektiğini, yoksa taşşağıma tekmeyi yiyeceğimi biliyorum ve bunun için Tanrı’ya ihtiyacım yok. 
Korktuğumuz için yarattık Tanrı’ları!
Korkudan, cahillikten! Bugün biri çıkıp yıldırımların Tanrı’nın öfkesi olduğunu söylese ne dersiniz? Suratlarına gülerdiniz. Bir Tanrı daha kaldı. Yalnızca bir Tanrı. Tek bir Tanrı.


Kızım Maybelle... Küçük kızım öldü... Çünkü bazı deneyler, dindar toplum tarafından etik bulunmadı. Ama bu yalnızca küçük bir detay. Her yıl milyonlarca insan ölüyor. Çünkü Papa denilen geri-zekalı, seks yaparken kondom kullanmamanız gerektiğini söylüyor! Tarihten bir detay bu sadece. Ama benim için değil. Benim için değil!"



Bir Olmak
Din kelimesinin İngilizcesi religion, Latin kökenli olup re-ligare kelimesinden türemiştir. Bunun anlamı tekrar bağlanmak, yani bir olmaktır. Sufizmdeki bir olmak ile aynıdır. Yunus Emre’nin “Bir ben var bende, benden içeri” sözü, onun bu konudaki bakışını dile getirir.
Kura’an’da, “Allah, insanı Rahman suretinde yarattı” diye belirtilir. Taoizm’de tao, tao değildir... Onu isimlendirdiğiniz anda Tanrı olmaktan çıkar, çünkü onu katılaştırmış, ve kişinin kendi fikirleri ile tanımlamış olursunuz. Tanrı, tanımlanabilir mi? Tanrı her yerde değil midir? Onun suretinden yaratılmadık mı?

İnsanları kontrol etmek ve korkak egolarından faydalanmak için kullanılan inanç sistemlerinden nasıl özgürleşebiliriz? Eğer tanımlamadığımız, dile getirmediğimiz, sözcüklerle kısıtlamadığımız Yaradan her yerdeyse, tüm zamanlardaysa, biz insanlara ruhundan üflediyse, biz sonsuz varlıklar olmaz mıyız? Sonsuz bir varlık için korkulacak ne vardır? Dünya da, Güneş de bir ölecektir... 
Birlik mertebesinde ise bu alemin çok ötesinde, korkudan eser kalmayacaktır.


İnsan, Dünya, Güneş, Evren... Hepsi sistemlerden oluşur; bu sistemleri anladığımızda bağımsız bireyler olmadığımızı görürüz. Tüm edindiğimiz maskeler, kimlikler, inançlar sorgulandıkça yalanlar erimeye başlar; geriye sadece hakikat kalır.
Acaba sormamız gereken ilk soruyu sorduk mu? 
Ne olduğumuzu biliyor muyuz?

10 Ekim 2013 Perşembe

Depresyon


Kaçımız iki farklı hayat yaşadığımızı hissediyor veya düşünüyoruz? Kaçımız yaşadığımız hayatta tarif edilemez bir şeylerin eksikliğini algılıyor?

Dünyada her 30 saniyede bir, depresyondan dolayı bir insan kendi canına kıyıyor... Kevin Brell, TED'de görmeye alışık olmadığımız bir konu olan depresyondan bahsediyor.



Kevin, her zaman iki değişik yaşam sürdüğünü söylüyor. Bir tanesi herkesin gördüğü hayat; arkadaş, oğul, kardeş, stand-up komedyen, genç, takımın kaptanı... Bir de Kevin’in kendi bakışı var; anlamaya çalıştığı kendi varlığı...

Kevin’e göre, depresyon her şey ters giderken ortaya çıkan üzüntü değil; her şey yolundaymış gibi gözükürken hissedilen üzüntü, boşluk duygusu... Bu kadar yaygın olmasına rağmen, depresyona düşen insanlar yargılıyor ve etiketliyor muyuz? Son raddeye gelmeden ciddiye almıyor muyuz? Yoksa sadece bu kişilere rahat mı batıyor? Özellikle de toplumun değer verdiği her şeye sahiplerse; statü, iş, aile, ev, araba, eğitim, para... 
Tüm bunlara rağmen içlerindeki boşluk, huzursuzluk, bu bedene tıkılmışlık hissi sadece onların başına mı geliyor? Yoksa bizim de başımıza benzer durumlar geliyor ve dikkatimizi dağıtacak bir meşgale buluyor muyuz?

Kevin’in feryadı şu şekilde: 
"Görmezden gelmeyin, anlayışsız olmayın, etiketlemeyin, sessiz olmayın, tabuları yıkın, ‘gerçek’e bakın ve konuşmaya başlayın! Tek başına problemler ile baş başa kalmayalım, beraber daha güçlü olabiliriz ve bunu yapabiliriz..."

Diğer bir yandan bakarsak, başımıza gelen her olay bize bir mesaj vermektedir. Bunlara fiziksel veya psikolojik rahatsızlar da dahil. Depresyon ailemizden gelen bir miras olabilir. İkilemde kalan veya dile getirememiş sırlar depresyona sebep olabilir... Belki de sadece biz olmayan kimliklere karşı ortaya çıkan bir alarmdır. Sadece uyanma saati gelmiştir...
 


Ya bunları değiştirme ve dönüştürme gücümüz varsa?
Ya içimize dönüp baktığımızda biz olmayan ne varsa fark edersek?
Ya çok daha büyük bir sistemin içerindeki bir aile dinamiğinin etkisindeysek?
Depresyon özümüzü hatırlamak için bir araç mı? 
Aydınlık için girilmiş karanlık bir tünel mi?

9 Ekim 2013 Çarşamba

Çiçek

114 milyon yıl önce Dünya’da, bir sabah gün-doğumundan hemen sonra: Gezegen üzerindeki ilk çiçek, güneşin ilk ışıklarını almak için açıldı.” [Var Olmanın Gücü]
İsa çiçekler üzerinde düşünmemizi ve nasıl yaşayacağımızı onlardan öğrenmemizi söyler. Buda’nın ise, bir defasında bir çiçeği eline alıp bakarken kendinden geçtiği anlatılır. Bir çiçek, bir insanda çok farklı duyguları uyandırabilir, farkındalığını artırabilir. Kendi güzelliğini de fark ettirebilir.

Eckhart Tolle’ye göre biz onu tam anlayana kadar, çiçek bizim için en yüce, en kutsal ve biçimi olmayan bir içsel ifade olmaya devam edecek. Yetiştikleri bitkiye oranla, çok daha narin, renkli ve uçarı olan çiçekler bu gerçeklik ile sonsuzluk arasında bir köprü sanki. 


Sadece renkleri, kokuları ile hayatımıza renk katmıyor, çok daha büyük bir enerjinin varlığını da ispat ediyor çiçekler... Yine Eckhart Tolle’nin deyişiyle, “Aydınlanma” kelimesinin geleneksel olarak kabul edilmiş anlamından daha geniş bir açıyla ele alırsak, çiçekleri bitkilerin aydınlanması olarak görebiliriz.

Çiçekler ne kendilerini diğer çiçeklerle karşılaştırır ne de başka bir şekilde kokmak için çaba gösterirler. Onlar kendi doğaları gereği eşsizdir. Hepsi tek tek, sadece oldukları gibi... Renkleriyle yapılarıyla var-oluşu kutlar gibidirler. Büyük teknolojiye sahip insanlık henüz canı bir çiçek yapmaktan çok uzaktır... Doğadaki bu mucizeye kimliksiz bir şekilde şahit olmak, benden içeri olan öze olan yolculuğu vesile olabilir...

8 Ekim 2013 Salı

Tartışma!


İnsan zihninin ilginç yanlarından biri de 'haklı çıkma isteği'... Zihni ile özdeşleştiğimizde haklı olmayı özgür olmaya yeğleriz. Bunun temelinde ne yatıyor olabilir? Zihnimiz yani egomuz, kendini korumak istediği için hiç bir değişikliği sevmez; başka birinin fikrini kabul etmek de beyindeki bir inancı değiştirmektir. İnançlarımızın aksi bir fikir, zihin için bir tehdittir. 

Haklı çıkan veya en azından haklı çıktığını zanneden zihin, salgılanan testesteron hormonu ile kendini daha çekici ve mutlu hissediyor. Biz de bu duygulara kurban olabiliyoruz. Hisler ise zihinde üretilen elektrik akımlarından başka bir şey değildir.

Filozof Daniel Cohen’in TED’deki konuşması tartışmalar üzerine; Cohen tartışmayı üçe ayırıyor: 
1. Savaş gibi tartışmalar
2. Delillerle tartışmalar (verilere dayalı bilimsel tartışmalar gibi)
3. Konuşmacı olarak yapılan tartışmalar (bir politikacının veya avukatın sunduğunu kabul ettirmeye çalışması gibi)



Sonuçta tüm tartışmalarımız, bir tarafın diğerinin fikrini kabul etmesiyle sonuçlandığı gibi çoğu tartışmamız da maalesef savaş tadında geçiyor... Cohen’in buna bir çözümü yok ancak sadece kişilerin (egoların) olmadığını hayal ederek, objektif bir ortamda verimli bir tartışma olacağı fikri muhtemel gözüküyor.

Bazı eski kültürlerde ‘Hakikat’ üzerine yapılan tartışmalarda bir kişi tüm tartışanlara sarhoş olmayacak kadar içki servis edilirmiş. Sadece çakır keyif olan tartışmacılar egolarını bir kenara koyup, sadece fikirler üzerinde konuşuyorlar, kimin  fikri olup olmadığına bakmadan objektif olması sağlanırmış. Ben olmayınca haklı olma arzusu yok edilmiş böylece...

Ben olmaması bizi başka bir bakış açısına daha götürür: Hiç bir şey kişisel değildir... Bu bizi yargılardan, etiketlerden, tutunduğumuz temel inançlardan bağımsız kılar. Hayatımız boyunca aile ve toplumun bize ektiği temel inanç ve fikirleri de hesaba katarsak bu devrim niteliğindedir. Bu aşamada zihin büyük bir direnç gösterebilir ve spiritüel kılıklara girerek bizi kandırma eğilimine girebilir. Samimiyet ve sabır bize ışık tutacaktır. 



Sufizm’e göre kişi başkalarını yargılamayarak, sadece tarafsız bakış açısı ile ilgilenerek ruhsal olarak ilerler, kişi başkalarının hatalarıyla ilgilendiği sürece bakış açısının doğru olup olmadığını göremeyecek, algılayacak kadar net olamayacaktır.

Haklı olma isteği zihnimize hücum ettiğinde hareket geçmeden önce gözlemleyip, bu isteğin temelinde yatanı fark edersek, bu tepkisel davranışlar durulmaya başlayacaktır. 
Bazen bu istek atalarımızdan miras kalmış olabilir. O durumda soralım; ailemizden kim haksızlığa uğradı? Kim zorla toprağından ayrıldı? Kim haksız yere dışlandı?..

Tüm bu içsel çalışmalarla elde edile kalıcı anlayış, bizi zihnin haklı olma arzusundan özgürleştirir.

7 Ekim 2013 Pazartesi

Yavru Aslan


Bir yavru aslan doğumundan beri koyunlarla büyümüş. Onlar gibi otlar, sonra da her gün çiftliğe geri dönermiş. 

Bir gün sürüye aslanlar saldırmış. Bütün koyunlar büyük bir korku ile kaçmaya başlamışlar. Onları korumaya çalışan köpekler de aslanlar karşında çaresiz kalmışlar. Yavru aslan da diğer koyunlar ile beraber oradan oraya kaçmaya başlamış. Bunu gören bir aslan, yavruyu yakalamış. Yavru korkudan ölmek üzereyken, büyük aslan onu sakinleştirmiş ve onun da kendisi gibi bir aslan olduğunu ve kaçmasına gerek olmadığını söylemiş. 

Küçük aslan buna inanmamış ve bir koyun olduğunu iddia etmiş. Büyük aslan bir su kenarında ikisinin de yansımasını göstermiş:

"Sen bir koyun değilsin. Tıpkı benim gibisin!"

1 Ekim 2013 Salı

İlk Defa


Hayatınızdaki ilkleri hatırlıyor musunuz?

İlk defa uçağa binmek, ilk kez öpüşmek, ilk kez eğlence parkına gitmek, ilk defa tatile çıkmak, ilk defa doğum yapmak, ilk kez baba olmak..?
Nasıl duygular hissetmiştiniz?

Bu deneyimleri hatırlamak bir insanın yüzünü gülümsetmeye yetiyor. Belki de hayatta olduğumuzu hatırlıyoruz. Öte yandan çok hoşunuza gitmeyen ilkler de var... İlk defa birini kaybetmek, ilk defa ameliyat olmak, ilk defa terk edilmek, ilk defa kaza yapmak, ilk defa ciddi bir kavga etmek... Ancak başımıza gelen tüm olaylar sadece olaydır. Olumlu veya olumsuz olmasını bizim bakış açımız belirler. Tüm kendi kaderimizin bir parçasıdır. Bireyselin ötesinde kolektif güçler devrededir. Geçmişte olanları değiştiremeyiz ancak bugünkü tavrımız ve davranışlarımız geçmişe olan algımızı ve dolayısıyla bugünümüzü dönüştürmeye başlar.

Tüm bu olayları hatırlamak mümkün mü? Bir kısmını kolayca hatırlarız. Bir kısmı derinlerde bir yerde saklı kalır. Geriye dönüp baktığımızda tümünün ortak özelliği sizin kaderimizin bir parçası olmasının yanı sıra, bize bir şeyler öğretmesidir. Bazı olaylar tekrar tekrar başımıza gelmeye devam eder. Ta ki ardında yatan derin nedeni görene kadar... Bu neden yüzeydeki hikayenin çok altında bir seviyededir.



Tüm travmatik deneyimlere rağmen, hala hiç yapmadığımız şeyleri yapma isteği nereden gelir? Nedir bizi bu yeni deneyimlere, keşiflere iten? Geçmişe ait olan bilgi ve deneyimlerimizden kopup yeni bir yöne doğru yönlendiren? Anda ve öğrenmeye açık bir şekilde... Bu merak kesinlikle zihinden gelemez, bellek bunu engeller. Merak yürekten gelir. Merakla, samimi ve derin bir sorgulamayla başlar her şey. Bu çağrı, doğru konuşmamızı, gelişmemizi, sevgiyle dolmamızı ister, kalbimizi ısıtır, 'Kendimiz Keşfetmemizi" sağlar... İçinizden gelen bu çağrıyı dinlemek istiyor muyuz?



Bunun için zihnimizin sakinleşmesi ve dingin bir hale gelmesi gerekiyor. Gözümüzü kapatıp derin ve sakin nefesler almak derin bir gözlem imkanı verir. Beyin dalgalarımız durulurken derindeki duygu, düşüncelerin ve inançların farkına varmaya başlarız. Sabırlı olup, tekrar tekrar sormak zihnimizdeki kalıpları anlamamıza yardımcı olacaktır.

Zihin rutinleri sever ve bizi genellikle oto-pilotta yaşatır. Bu evrimsel açıdan en verimli çalıma şeklidir. Rutini bırakıp, bu kısıtlanan hayattan, temel inançlarımızdan kurtulma arzusunu izleyin... Var olan bir insan olarak kanatlarımızı mı açalım... Bizleri neler bekliyor? Neşe, bolluk, bereket mi?..

Dış dünyamız iç dünyamızın bir yansımasıdır. Temel inançlarımızı değiştirdikçe hayatımız da değişmeye başlayacaktır. Eskilerini bırakırken, yenileri için alan açın. Bu yeni inançları ve hisleri bir kağıda yazın, gerekiyorsa resmedin. Sahiplenin. Özümseyin. Nasıl gerçekleşeceği hakkında fikir yürütmeyin. Çünkü zihin bu konuda tehlikelidir. Düşüncelerimiz bilgi ve deneyime dayalıdır, bu da geçmiş kökenli, dolayısıyla da sınırlıdır.
Enerjiniz, bilinciniz, alanınız her türlü değişimi oluşturabilecek kapasiteye sahiptir.



Hayatınızda dilediklerimiz bizim tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde gerçekleşir. Tüm bunların gerçekleştiği hayal etmek bile enerjinizi artıracaktır... Başlamak için bize temel inançlar oluşmuş olan hatıralar yerine, bize ilham vermiş olan çocukluk anılarımızı seçebiliriz... 
Büyüyünce ne olmayı hayal ederdik?