28 Aralık 2015 Pazartesi

Bridges of Spies


Herkes James Donovan gibi tarafsızca, hiç bir bakış açısı olmadan bakabilseydi, dünya nasıl bir yer olurdu? Temel inançlarımız, taraf tuttuklarımız, tutunduklarımız olmasa sıcak veya soğuk savaş olur muydu? Berlin'e duvar örülür müydü? O en azından fiziksel olarak görülüyordu... İsmi, etiketi ne olursa olsun görülmeyen duvarlar; işte onları fark etmek için yıllar değil belki yüzlerce kez yaşamak gerekir. 

Bu sadece bir casusluk savaşı filmi değil, bu insan zihninde oluşan kalıplaşmış duygu, düşünce, inanışların insanlığı esir edişi, ve bu sebeple ayrılmış zihinlerin arasındaki tel örgülü köprülerin filmidir. Kendini zihni ile bütünleştirmeyen bir avukatın tarafsız bir şekilde müzakere yollarını bulması ile ilgili bir filmdir. Bu sezgileri ile hareket eden Donovan’ın zihinleri nasıl besleyerek ulvi amacına ulaşmasının yoludur. Amerika’da yakalanan Rus casusunu savunmak için başvurduğu yol; Amerikan adalet sistemin muhteşem olduğu ve savunduğu değerler... 


Onun için her insan aynıdır, aynı haklara sahiptir, birdir... CIA ajanı Alman kökenlidir, kendisi İrlanda, Ivanovich İngiliz doğumlu Rus... Kökeninde bunların bir anlamı yoktur. Onun için öğrenci olarak hapiste tutulan kişi ile savaş esiri olan subay arasında bir fark yoktur. Köprünün sonunda teslim edilen Rudolf Ivanovich Abel’in arkasından onun iyi olmadığını görmek için köprüyü terk etmeden bakar...
İşte olunması gereken yer orasıdır; köprünün tam ortası; yargısız, tarafsız, etiketsiz, düşüncelerden bağımsız, ne geçmişte ne gelecekte...
Donovan: Sen hiç endişelenmez misin? 
Rudolf Abel: Bunun yararı olur mu?

12 Aralık 2015 Cumartesi

I Smile Back


İster bedensel hastalıklarımız olsun, ister ruhsal rahatsızlıklar, yapılan tedavi veya terapi bireysel düzeyde kalıyorsa, eksik, yarım veya sadece geçici çözümler sağlayabilir. Bu diğer bireysel çalışmalar için de geçerlidir; danışmanlık, koçluk veya mentorluk kişiyi salt birey olarak alırsa istenilen sonuçların çıkması da zorlaşabilir.

Rahatsızlıklarımızdan kurtulmak veya mevcut durumumuzu değiştirmek için belli tedaviler veya çalışmalara koşabiliriz. Bunlar saman alevi gibi bizi bir dönem idare eder, ama sonra aynı kısır döngüye dönme tehlikesi vardır; bazen bağımlılıklarımız, bazen işkoliklik, bazen de depresyon ve diğer sıkıntılar...


Öte yandan, kuantum fiziğinin de bilimsel olarak ispatladığı gibi, her şey dünyada enerjiden oluşur ve kuantum seviyesinde sadece ilişkiler kalır. Bu ilişkiler sistemleri oluşturur, sistemler de her daim hareket halindedir ve birbirleri ile ilişkilidir... Bir bireyin ise en yakınan etkilendiği sistemi ise aile sistemidir. Bir çok yükü, ailemizden ve onların ailelerinde alırız. Carl Jung’un bahsettiği kolektif bilinçaltı iş başındadır. Bugün ise hemen hemen her psikolog, ana rahminde geçen süre dahil, 0-6 yaş arasındaki ebeveyn ile çocuk arasındaki bağı gelişimde ne kadar etkili olduğunu anlatıyor.  Tüm bunlardan dolayı, her şeyden bağımsız bir birey olarak kendimizi görmemiz illüzyondan başka bir şey değildir... Yapılacak çalışmalar geçmişle yüzleşmek, onu olduğu gibi kabul edip sağlıklı bir bağ kurmaktır...

I Smile Back filminin kahramanı Laney’nin babası onu 8 yaşındayken terk etmiştir ve bu durum onu derinden etkilemektedir. İki çocuğu ve mutlu bir evliliği var gibi gözükse de, Laney ilaç, alkol ve seks bağımlısıdır. Babası ile kuramadığı bağ onu ilişkilerinde de sağlıklı bağ kuramamasına sebep olur. Bir yandan ailesini çok severken bir yandan da onları kaybetme korkusu onu yer bitirir. Bilinçaltından belki de ona yakın olmak için onun gibi davranmaktadır... İşler kontrolden çıktığında ise Laney’i bir rehabilitasyon merkezine yatırırlar, bir süre temizlendikten sonra babasını görmeye gider. Ancak bu karşılaşma onu olduğu kabul etmesine yetmez ve Laney tekrardan eski alışkanlıklarına geri döner...


Her ne kadar ailenin sabrını taşıracak ve böyle davranmaya hiç hakkı yokmuş gibi gözükse de bu insanlara yardım etmenin yolu, olanı kabul etmek ve ailesi üzerinde çalışmaktır... Laney’nin uyanmayı için devam onu uyaran travması onu daha da mı güçlendirecek yoksa onun hayatına mı mal olacak?

7 Aralık 2015 Pazartesi

Ride


Kadın beynindeki ‘hippocampus’ bölgesi fiziksel olarak erkeklere göre daha büyüktür. Bu merkez empati, hafıza ve endişe ile ilgili bölgedir. Bebeğin hayatta kalması için empati ve endişe gereklidir. Ancak çocuğun büyüdükçe hayata atılması ve güvenli sularda tehlike ile yüzleşmesini baba sağlar.

Babanın çocukların yetiştirilmesi ile pek ilgilenmediği durumlarda veya boşanmış çiftlerde annenin korumacılığı tam tersine artabilir. Ve sağlıklı bir ilişki kurmazsa çocuğu kendine amaç edinebilir ve kendi hayatının odak noktası haline getirebilir. Hele bir de bu erkek çocuk ise enerjetik olarak oğul, eş yerine geçebilir. Anne oğlunu kimseyle paylaşmak istemez. Eğer eski eş de anne tarafından sevgi ve saygıyla anılmıyorsa aile sisteminde bir denge bir denge bozukluğu olur. Aile sistemi çalışmasının kurucusu Bert Hellinger, boşanan çiftlere şöyle bir tavsiyede bulunuyor; “Hangi ebeveyn diğerini daha çok seviyor, saygı gösteriyorsa çocuk onda kalmalıdır... Bu da genellikle babadır.” [Çocuğun anneye bağlı bir bebek olmadığı varsayılıyor] Diğer önemli bir konu da, bir erkek çocuğunun erkekliğe adım atması için babasına ihtiyacı vardır.


Ride filminin kahramanı Angelo, annesinin kontrolünden ve baskısından sıkılmıştır. Yazar olması için onu yönlendiren annesi Jackie aynı zamanda oğlunu sık sık eleştirir. Bir karı koca gibi kavga etmektedirler. Angelo ise babasının yanına sörfçü olmak için gider, annesi de peşinden gelir. Angelo erkek kardeşini kaybetmiştir. Ailede erken kaybedilen bir çocuk ailede bir travmaya sebep olabilir ve abisi olmak üzere anne de hem bu çocuğundan peşinden gitme eğilimi gösterirken, diğer çocuğa aşırı düşkünlük sergileyebilir. Hayatta kalan kardeşinde suçluluk duyması sıkça yaşanan bir dinamiktir. Ya ölenle ölürüz ya da onu tamamen unutmaya çalışırız; sonuç tamamen aynıdır... Ruhani olarak dolaşık kalmak. Anne bir türlü hayata geri dönemezken, hayatta olan oğlu için aşırı derece endişelidir. Yapılması gereken, ölümü ve kaderi, olduğu gibi kabul etmek ve sevdiğimiz kişi ile uygun bir şekilde veda etmektir...

Annesi, Angelo’nun peşinden gelir ve onun gibi sörf yapmak için ders almaya başlar. Bu sırada genç sörf hocası ile romantik bir birliktelik de başlamıştır. Uzun süre işe dönmeyen Jackie, işini kaybeder ve oğlu, eski kocasını ailesi ile yüzleşmeye artık hazırdır.

Helen Hunt hem yazmış, hem yönetmiş hem de oynamış. Bu Hunt’ın ilk sinema filmi yönetmenliği. Sanatsal olarak çok başarılı bir film olmasa da konu ve işlenme şekli başarılı. Biraz televizyon filmi gibi de olsa, izlemeye değer...

29 Kasım 2015 Pazar

Listen to Me Marlon

“Özgür olmam gerektiğini ömrüm boyunca güçlü bir şekilde hissettim.” [Marlon Brando]

Bu dünya özgür olalım diye vardır. Bize bu konuda mesajlar veren, kumpaslar kuran bir mekanizma vardır sanki. Hatta yaşanan travmalar, oluşturduğumuz egonun dünyaya güvenli ve arzu oldu bakış akışını kırdıracak ve bize hakikati hatırlatacak bazı aşırı durumlar yaratır.

Hayatımız ne kadar güzel gözükürse gözüksün, içten içe bir şeyler eksik olduğunu hissederiz... Ünlü aktör Marlon Brando’nun da hayatı dışarıdan çok müthiş gibi gözükebilir. Ancak Marlon Brando hayatına gelen inanılmaz olayları konu alan belgesel niteliğinde film bize dışarıdan gözükenlerin arkasındaki derin işleyişi az da olsa veriyor...
İnsanların egoist, anlaşılması zor, öfkeli olan tanınan Brando’nun gerçekte nasıl bir insan?

Marlon ve Ailesi

Marlon Brando’nun başına gelenler anlamak için ailesine bakmak gerekir. Hepimiz ailemizin yüklerini taşır ve onlardan etkileniriz. Brando’nun annesi de babası da alkolik. Her ne kadar ebeveynlerinin geçmişi ve onların hakkında fazla bir bilgi olmasa da, Brando’nun kök ailesinde oldukça travmatik deneyimleri olduğunu kendi anlatıyor. Annesini döven babasında nefret eden Brando, annesine çok düşkün ancak anne de alkolik ve arada bir bir kodese düşen biri. Baba sevgisinde mahrum olan çocuk, annesinden tam bir sevgi alamazken, bakıcısı Ermi, kendisi 7 yaşındayken evlenmek üzere Brando’nun yanından ayrılır ve Brando terk edilmişlik hissini tekrar yaşar. Kendi ağzından şöyle ifade eder: “O günden sonra yaramaz, kötü birine dönüştüm.”


Babası sert bir adamdır, annesini ve bazen sebepsiz yere oğluna vurmaktadır. Her şeyi para ile değerlendiren babası seyyar satıcılık yapar ve geceleri için, hayat kadınları ile beraber olur. Yıllar sonra, oğlu ünlü olduktan sonra bile beceriksiz oğlunun nasıl bu kadar para kazandığını anlamaz... Tüm bunlardan kaçmak için sinemaya giden Brando, belki de ona gününe göstermek için bu kadar para kazanmıştır.

Bir erkek çocuğu, erkek olmayı ancak babasından öğrenebilir. Babasından bu erkek enerjiyi alamayan Brando, utangaç, hassas ve annesine aşırı derecede düşkün bir şekilde büyür... Babası onu uzaklardaki harp okuluna yollar ve orada çok mutsuz olur. Bu dinamik hem Brando’nun sağlıklı bir romantik ilişki kuramamasını hem de otoriteye karı olan tutumunu belirleyecektir. Lakin baba figürü evde otoriteyi temsil eder... Ayrıca annesinin babası tarafından ezilmesi de ezilen ve haksızlık yapılan durumları karşı hassas bir hale gelir.

İlk çocuğu olduğunda; “Babam bu çocuğa asla yaklaşamayacak, bana verdiği zarar yüzünden.” diyerek Babasını tamamen dışlar. Bu sisteme karşı bir isyandır. Benzer dinamikler iki başka anneden olacak çocuklarında da yaşanacaktır. Oğlu 13 yaşında kaçırılacak, ve daha sonra üvey kardeşinin sevgilisini öldürecek, kızı da intihar edecektir...


“Sorunlu, yalnız ve anılarla dolu bir adam. Kafası karışık, kederli, yalnız ve karışık biri. Sıradan bir şekilde sosyal olmanın ötesinde yaralı biri. Mekanik bir oyuncu gibi. Belki kötü muamele gördüğünü düşündü. Belki bu muameleye kızgın.”

“Belki sevgiye muhtaçsın. Ömrün boyunca muhtaç oldun. Ama insanlara güvenmedin. Onlarda bizi korkutan, tehlikeli olan bize zarar veren bir şey var mı? Çünkü pek çok kişi, sevmeden deli gibi korkar.”

Marlon ve Kariyeri

Sinema oyuncusu olmasaydım herhalde dolandırıcı olurdum diye bahsettiği kariyerine hızlı bir giriş yaparak 1954 yılında Oscar ödülünü alan en genç yıldız olur. Oyunculuk kariyerinin başlangıcında oldukça korku içerisindedir.

“Yüzler pek çok şeyi saklayabilir. İnsanlar hep bir şeyler saklar. İnsanların kendileri hakkında bilmedikleri şeyleri tahmin etmek ilgimi çekerdi. Çok derinden ihtiyaç duyduğunuz bir şey var. Bir tür iletişim. Size tamamlanmışlık hissi veren bir deneyim... Müthiş bir yetersizlik hissettim. Yeterince şey bilmiyordum, yeterince eğitim görmemiştim.”
Gelen ünle beraber, bir çok kadında annesini arayan Brando, bu şöhretten rahatsız olur. Sıradan biri olamamanın yarattığı rahatsızlık verici durumu görür. Ne yaparsa yapsın, onu efsaneleştirirler. Bir çok başarılı filmindeki performansını beğenmeyen Brando, asıl işin seyirci tarafında yapıldığını keşfeder; sahnedeki seyircilerin gerçek hayatta yapmak istediklerini yapar... Kadınları öper, adamları döver, isyan çıkartır... Hatta seyirciler ekranda olmayan şeyler yaratırlar. Hayranların onlara hayvanat bahçesinde görülmeye değer hayvanlar gibi muamele yapmasında rahatsız olur.

İşinde ise devamlı kendini geliştirmeye ve sevdiği, özdeşleşebildiği rolleri seçmeye çalışır.
“Kamera yaklaşınca yüzün sahne olur... Şaşırtıcı olmanın yolunu bul, hiç denenmemiş bir yolunu.”

Son dönemler de ise sadece para kazanmak için ufak roller alan Brando, sinema dünyasını da eleştirir. Sanatçı olmadıklarını, sadece para peşinde olan tüccarlar olduklarını belirtir. 


“Ajanslar, avukatlar, ünlüler... Hepsi saçmalık; para, para, para... Eğer başka bir şey sanırsanız yara alırsınız.”

“Geçinmek için yalan söylemek. İşte oyunculuk budur. Hepiniz oyuncusunuz. Hem de iyi oyuncularsınız, çünkü hepiniz yalancısınız... ...hepimiz rol yaparız, bazılarımız bunun için para alır.”

Marlon ve Adalet

Brando’yu hem zaman adaletsizlik ve zulüm görenler tetiklemiştir. Martin Luther King’in yanında yer alan Brando ırkçıların tepkisini fazlasıyla alır. Baba filmindeki rolü ile ikinci defa Oscar kazandığında ise temsilci olarak bir Kızılderili kadını törene gönderir. Ödülü kabul etmeyeceğini, çünkü Amerikan sinemasının Kızılderilileri kötülermiş gibi yansıttığını belirtir. Ona göre “çalıntı topraklar” da yaşamaktadırlar.

Marlon ve Ötesi

Marlon Brando, tüm bu yaşamına rağmen, yılmamış, kendini anlamanın, kendini gözlemenin değerini kavramış biri... Son önemli filmlerinden biri olan “Paris’te Son Tango” da kendi hayatının karanlık tarafları ile yüzleşmiştir. Münzevi bir hayat süren Brando, meditasyonlar sayesinde huzurlu anları olduğunu belirtir...
“Kendi içimize bakmazsak, dışarıyı net bir şekilde görmeyi başaramayız.”

“Oyunculuk tekniğini çok erken geliştiriyoruz, annemizin ilgisini çekmek için rol yaparız. Rol yapmak hayatta kalmaktır.”

“İyi bir dolandırıcı herkesi dolandırır. Bir dolandırıcının kandırdığı ilk kişi kendisidir.”

“Bir oyuncunun en büyük korkusu, korkudur. Maske takıp bir yaşam kurdum. Nevrotik bireyin öz güveni, ona hayranlık duyulmazsa ortadan kaybolur. Hayranlık ve saygı görmek, çaresizliğe ve değersizliğe karşı bir korumadır.”

27 Kasım 2015 Cuma

Youth

Mick: [teleskopla gösterir] “Şu karşıdaki dağı görüyor musun? Gençken, her şey sana çok yakın gözükür. Bu gelecektir. Ve şimdi... [teleskobu ters çevirir] ... Yaşlıyken, her şey uzakmış gibi gözükür. Bu da geçmiştir.”


İnsan gençken hiç yaşlanmayacakmış, hatta hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. İnsan zihninin en çok korktuğu konuların başında gelir yaşlılık ve ölüm. Bu sebeple de içten içe görmezden gelir, kendine yakıştıramaz. Ancak yaşlılık ve ölüm farkındalığı olmayan biri yaşamın, gençliğin de değerini bilemez. Hep başka şeylerle kendini meşgul eder; kadınlar, ün, para... Sahip olduğu sağlığı, ailesi bazen zaten hep varlar muamelesi görür... Ta ki bunlar kaybedilene kadar!

Youth filmin iki ana kahramanı; iki eski dost, iki dünür, biri besteci, diğeri sinema yönetmeni ve artık tuvaletteki damla sayılarını sayarlar... Hayatlarının son dönemlerini keyifli ve sağlıklı yaşamak için İsviçre'nin dağlarında bir otelde geçirirler vakitlerini geçirirler.

Fred’in kızı, Mick’in oğlu ile evlidir. Derken Fred’in kızı Lena terk edildiği için babasının yanına gelir... Babasına onu teselli etmeye çalışırken duvara toslar; kızı babası hakkında içinde ne varsa çıkartır:
“Annem beni anlardı. Senin elinin altında bir dizi kadın vardı, ama o yılmadı, sırf çocukları için değil, bilhassa senin için, seni seviyordu, ve seni affetti. Seninle olmak istiyordu. Ama sen kimdin? Kimdin? Sen hiç bir şey yapmadın. Ne ona, ne de bana. Ne yaptıysan müziğine yaptın. Müzik, müzik, müzik! Hayatında müzik ve kibirden başka bir şey yoktu. Bir kerecik  olsun okşamadın, sarılmadın, öpmedin. Çocuklarının hiç bir şeyinden haberin yoktu. Söylemeyi bildiğin üç kelime vardı: ‘Sessiz ol Melani!’. Şimdi bile ona on senedir çiçek götürmüyorsun. Adamın birine aşkını ilan ettiğin mektubu da bulduk, okuduk...” [Tam bu sırada babanın masaj masası aşağı doğru iner; aynen baba-kız ilişkinin dengesinde aşağı indiği gibi...]

Bir çok şeyi kaçıran yaşlıların yanında, ki bu ekipte zar zor hareket eden Maradona da vardır, gençler otelde tam bir kontrast oluştururlar. En önemli karakter, tek bir rol ile özdeşleşen genç aktör Jimmy vardır. Özellikle Fred ile sohbetleri ona belli bir farkındalık kazandırır:

Jimmy: “Seçmek durumundayım, gerçekten anlatmaya değecek şeyi seçmeliyim: dehşet veya tutku mu? Ve tutkuyu seçiyorum. Siz, her biriniz, gözlerinizi açın, benim gözümü açtınız, vaktimi anlamsız korku üzerine harcamamam gerektiğini bana gösterdiniz.”
Filmde diğer önemli bir konu da ebeveyn – çocuk ilişkisidir. Belki de kimse kendini anne-baba olarak hayal etmemiştir ve bunun nasıl yapılacağını bilmez. Nack bu yapılacak bir şey değildir; ya ebeyensinizdir, ya da değil. Bu bir oluş halidir. Her anne-baba bizim için en iyi anne-babadır. Çocukların bir seçim yapma lüksü yoktur. Anne-babalar, koşulları itibariyle verebileceklerinin en iyisini vermişlerdir. Fred ise filmin bir sahnesinde şöyle bir serzenişte bulunur:
“Çocuklar anne babalarının çektiklerini bilmezler. Bazı detayları bilirler ve taraf tutmak için bilmeleri gerekenleri bilirler.”
“Entelektüeller zevk sahibi değillerdir.”

19 Kasım 2015 Perşembe

The Dressmaker


Bir tehlike karşısında iki temel reaksiyona sahibiz. Ya savaşırız ya da kaçarız. Korku kaçmamıza, öfke ise savaşmamıza yardımcı olur. Asıl problem, bu iki tepkinin de hayatta kalmak için yeterli olamadığı durumlardır. Bazen ne kaçabilecek durumdayızdır, ne de savaşacak kadar güçlüyüzdür... Özellikle de fiziksel ve duygusal olarak daha zayıf olduğumuz çocukluk döneminde.

Bir ceylan yavrusunun aslana yakalanmak üzere olduğunu hayal edin. Ceylan tam yakalanmadan önce tamamen paralize olur ve yere ölü gibi düşer. Bu bedenimizin verebileceği üçüncü tepkidir. Beden savaşmak veya kaçmak üzere enerjisi azami düzeydeyken birden donar kalır. Bu onun tekrar kaçmak için bir fırsat arayabileceği bir ortam yaratırken, aynı zamanda aşırı düzeye gelen stres ve acıya karşı bir koruma sağlar. Bu beden için çok fazladır.

Hayvanlar böyle bir durumdan kurtulursa eğer, sonrasında tüm bedeni titreyerek kalan fazla enerjiyi atıyor. Bu aşamada insanın zekasının bir yan etkisi gibi, mantık devreye giriyor ve tehlike ortada kalmadığı ve ‘donma' tepkisinden dolayı kendisi de fazla etkilenmediği için ya kendini kahraman sanıyor veya bu anının fazla tesirlerinden kurtulmak üzere anıyı tamamen koruma altına alıyor ve zihinde rafa kaldırılıyor. Bu olayı tetikleyecek herhangi bir durum için alarm zillerini çalıyor.


Bir süre sonra her şey yolundaymış gibi yaşarız, belki bizi tetikleyen birkaç durumdan uzak dururuz o kadar. Ancak içten gelen bir dürtü bunu dönüştürebilmemiz için bizi dürter durur. Yaşanan travmatik olayları hatırlatan veya benzer tepkiler vereceğimiz başka olaylar bizi kovalar durur.

The Dressmaker filminin kahramanları, çocukken arkadaşını öldürmekle suçlanan ve köyden sürülen Myrtle ile bu olaylardan sonra ruhsal sağlığı yerinde olmayan ve köyde yalnız yaşayan Myrtle’nin annesi Molly’dir. Yıllar sonra Paris’ten Avustralya'daki küçük köyüne geri dönen Myrtle, artık sıra dışı bir terzi ve moda tasarımcısıdır. Bir güç onu köye geri getirmiştir. Önceleri annesi Molly onu hatırlayamaz. O da bunu kafasından silmiştir. Myrtle ise annesine yardım etmeye ona çorba içirmeye çalışır. Öte yandan Myrtle eski olayları araştırıp olanları hatırlamaya çalışırken, yeteneği ile ona sırtını dönen bazı insanların hayatlarını değiştirmeye başlar.


Köyün sistemi tekrar hareketlenmeye başlar; aile sistemimiz gibi küçük köyler de kendi içinde bir sistem oluşturur. İçindeki daha küçük sistemler birbirlerini etkiler. Bazen ölen biri bizi etkiler, bazen eski bir hesaplaşma, bazen de yok sayılmaya çalışılan kişiler. Her sistemde olduğu gibi, sistemik hareketler dinamiktir, bir etkinin nasıl bir sonuç yaratacağını kestirmek zordur. Sonucun zamanı, şiddeti ve boyutu belli olmaz ama mutlaka bir değişim olacaktır.

Dönüşüm yolculuğunda benzer travmaları olan kişileri hayatımıza çekeriz, bazen adına sevgi deriz, bağlanırız, çünkü ilk defa biri bizi bu kadar çok anlıyordur. Lakin dönüşüm gerçekleşmedikçe kader değişmeyecek ve olması gerekenler olacaktır. Benzer bir durumu da Teddy’ye aşık olduğunda yaşar Myrtle...

Köyün diğer bir vurucu durumu ise, adına toplumsal kurallar dediğimiz kalıplaşmış davranışlara ve değerler uymaya çalışan ve hatta bunlara inanan insanların nasıl kendilerinden vazgeçtikleri ve gerçekleri saklamaya çalışmalarıdır. Özellikle de feminen tarafını gizlemeye çalışan Çavuş Farrat bunun muazzam bir örneğidir. En sonunda taşıdığı yükün bedeli öder ve özgürleşir...


Filmin Avustralyalı yönetmeni Jocelyn Moorhouse çok uzun bir aradan sonra müthiş bir iş çıkarmış; iki saatlik filmin temposu çok dengeli ve bir o kadar da şaşırtıcı. Bir Avustralya ancak bu kadar çarpıcı sunulabilir. 5 kere Oscar’a aday gösterilen bir kere bu ödülü kazanan Kate Winslet müthiş bir performans sergilerken özellikle Hugo Weaving inanılmaz bir karakteri başarıyla oynamış. Ancak usta Judy Davis’in hakkını yememek gerekir...

Filmin sonuna doğru artık Molly kendine gelmeye başlar ve aynı çorbayı kendine kızına içirmektedir. Anne-baba verir, çocuk alır. Aile sisteminin temel sevgi akışının yönüdür bu. Çocuk da ileride kendi çocuğuna vererek dengeyi sağlar, hayat sağlıklı bir sevgiyle akar gider...

18 Kasım 2015 Çarşamba

Her Şey Ters mi Gidiyor?

Her şeyden kendimizi sorumlu mu tutuyoruz? Her şeyin tüm sebebi biz miyiz?

Eğer bu bakış açısı içerisindeysek, hayatınızdaki güzel gelişmelerden aşırı gurur duyarken, olmayanlar için de, ya kendimiz ya da başkalarını/çevreyi suçlamaya başlarız. Herkesi suçladığımızda ne olur? Gayretimizi daha artırırız, her şeyi kontrol etmeye çalışır, daha fazla çalışır, daha fazla mücadele ederiz... Bazen abartır; tartışmalar, kavgalar ve hatta savaşlar çıkartırız.

En sonunda pes eder, kendimizi kurban gibi hissederiz. 'Kaderimiz böyle demek ki' demeye başlarız. Kaderle hiç mücadele edilir mi? Kapanırız kendi kabuğumuza, söylene söylene sabrederiz belki de...

Artık yapmayız bir şey... Ne hayattayızdır, ne de ölü. Zombi gibi gezeriz. 
Ama demiyorlar mı “kontrolü bırak, akışta kal” diye. 
Belki bu deyiş, hiç bir şey yapmamak değildir. Öte yandan çılgınlar gibi koşturup her şeyi yapmak da değildir...

Belki de, en güzel örneklerden biri ağaçlardır bizim için. Ne kadar sert gövdeleri, toprağa diş geçirmiş kökleri varsa, o kadar esnektir dalları; bir ona yana bir bu yana yatar... Yaprakları ise, vakti geldiğinde en ufak bir rüzgarla bırakır gider ağacı... Tüm sistem bir devinim içerisindedir... Tutunmaz hiç bir yaprak ağaca; ağaç da yaprağa...

Belli ki, evrende her şey bir şekilde birbirine bağlı... Tüm küçük sistemler daha büyük sistemleri oluşturuyor. Dolayısıyla, biz de bir sistemin parçası isek, ne sistemin tamamından sorumluyuzdur, ne de hiç bir şeyinden. O sistemi anlayıp, o sistem içerisinde o andaki rolümüz ile uyumlu bir dalgalanmadır belki de gereken. Aynı okyanusun her bir su damlacığı gibi; kimi zaman fırtına vardır, kimi zaman huzur... Sistemin ta öbür tarafında olan bir küçük etki belki fırtınalar yaratır bu tarafta. 
Biz de bir yandan anlayışımızı geliştirirken, gereksiz yere taşıdıklarımızı, tutunduklarımızı bırakıp, dalgada salınmalı ve olumlu/olumsuz beklentilerden kurtulup olanı olduğu gibi kabul ederken, belki de ilginç çiçekler açacak tohumlar serpebiliriz.

Ya Yunus Emre gibi karış karış ararız hakikatı her taşın altında, ya da Budha gibi bir ağacın altında sadece otururuz kırk gün... Doğrusu, yanlışı yoktur bunun, ancak her değerli öğretinin ardında şu yatar; zihin veya ego, bedeni hayatta tutmak amacıyla başladığı yolda saptırır bizi (kişiyi), sözüm ona mutlu edecek şeylerin peşinden koşturur; para, itibar, başarı, sosyal ve politik güç ve daha fazlası... Ancak, daima gelecekle ilgili bir hedef veya amaç ile koşullandırıldığından dolayı, hiç bir zaman tatmin olmaz!

Tüm elde edilen ödüllerin son kullanma tarihi var gibidir; alınan her haz ya biter ya da etkisi azalır. Bu da size, her ödülün zamana tabi olduğunu ispatlar. Zamana bağlı olan bitmek zorundadır ve hepsi birer illüzyondur. Daha ulvi veya ruhsal gözükseler de içerisinde amaç, hedef olan her yolculuk yine egonun tuzaklarından biridir. "Şunu yap, bunu yap, aydınlanırsın" mantıken doğru değildir...


Zamana bağlı olmayan ise, ancak anlayış ile fark edilir; ortada ne keşfeden ne de keşfedilen vardır...

6 Kasım 2015 Cuma

Chloe & Theo


Bir gün öğretmen sorar: “Beynin temel görevi nedir?” diye... En parlak öğrencilerden biri cevap verir: “Düşünmek!”...

İnsanoğlunun düştüğü en büyük tuzaklardan biri, beynin evriminin belki  yan etkisi budur. Önce konuşma, hesaplama, mantık  ve daha birçok yeteneğin gelişmesine sebep Neo-korteks düşünceleri ile çoğumuzu mahkum etmiştir.

Beynin asıl görevini anlayıp kavrayabilirsek, o güzel organı ona göre kullanabiliriz. Belki de onu bizi koruyan güçlü bir köpeğe benzetebiliriz. Gerektiğinde canavarlaşıp saldıran, gerektiğinde beraberce kaçtığımız... Ama bu köpek devamlı, her an tetikte yaşayabilir mi? Bu durum ona nasıl bir zararı dokunur... Yoksa her köpeğin yaptığı gibi tehlike olmadığında sakin, huzurlu ve dingin mi olmalıdır?

300,000 yıllık insanlık tarihinin son yüzyılında insanlar hızlı bir yaşamın parçası olarak bu duruma ayak uydurmaya çalışıyor. Normalde yürüyen, acil durumda koşan insan, şimdi devamlı hızlı arabaların içinde, ellerindeki cep telefonundan yağan içerik ve mesajları takip etmeye çalışırken – iş temposu, ekonomik parametreler, politik olaylar, tüketim ve daha fazla tüketim... Ve tabii ki yaratılmış rekabet  kısır döngüsü. Sanal bir başarı için oluşturulmuş, kazananın olmadığı rekabet labirenti...

Bu rekabetin, arzunun sonu ise aşırı tüketim ve tüketim sonu da dünyanın kaynaklarının gereksiz yerde kullanılması ve kürsel ısınmaya yol açan faktörleri yaratmak...

Chloe & Theo isimli film, İnuk olan Theo’nun kuzey yarım küreden New York’a gelip insanları uyarma çabasını anlatır. Bizleriz bir çok kabileye toplu bir şekilde Eskimo deriz. Ancak bu toplumlar İnuk, Yupik ve İnupiat diye farklı ırklardan oluşuyormuş. Bu sebeple film boyunca Theo, ona eskimo diyenlere İnuk olduğunu  ve hiç penguen görmediğini söyler durur. Theo’nun asıl amacı dünyadaki küresel ısınmanın dramatik etkilerini anlatarak insanları uyarmak. New York’da insanların şefini ararken sokakta yaşayan, enerjik bir kız olan Chloe ile tanışır.

Batılı dünyaya çok yabancı olan Theo insanların gökyüzünü görmeden bu kadar hızlı yaşamalarına hiç bir anlam veremez. Chloe ona yardım eder, sonrasında Chloe, Theo’dan etkilenir... Ondaki amaç ve masumiyete çekilir... İnsanların kendi kendilerine söyledikleri, oluşturdukları yalanları ortaya çıkarır Theo onun için. Diğer arkadaşları ile beraber yardım aramaya başlarlar.

Dakota Johnson ve Mira Sorvino gibi ünlü oyuncuların oynadığı film oldukça ilginç...
“Artık dönüşüm şart; zihnin dönüşümü!”

24 Ekim 2015 Cumartesi

Blueberry


“Bir gün kendini tanımaya karar verirsen savaşçının yolunu seçmek zorunda kalacaksın. Ruhunun karanlıklarına ulaşacaksın. O zaman, korkularını alt edebilirsen kim olduğunu anlayacaksın.”
Fail ile kurban iki sevgili gibidir... Birbirlerine görünmez bir bağ ile bağlanırlar; biri beyaz biri siyah, biri kötü biri iyi... Yüzeyde ne olursa olsun herkes bir rolü üstlenmiştir. Belki kim olduklarını gerçekten bulana kadar bu tiyatro sonsuza kadar oynar. Aslında herkes ve her olay aynalık yapmaktadır. Ne varsa hepimizin içinde de vardır. Olmasa bunu göremezdik. İster iyi maskesi, ister kötü maskesi takalım, bunun derinlerinde egonun oluşturduğu korku yatar... Yarattığı kimliğin yok olma korkusu. Bu korkular ile yüzleşmeden kim olmadığımızı anlayabiliriz. Tüm sahteliği, gerçek olmayanı bıraktığınızda geriye kalan hakikatten başka ne olabilir?

Yaşanılan tüm olaylar bizim uyanmamız için bir uyarı gibiyken biz bu olayların çok ağır olanlarını travma olarak nitelendiriyor ve ya bu durumdan uzak durmaya ya da tamamen unutmaya çalışıyoruz. Travma ise nedir? Bir tehdit karşısında "kaçma – korku" veya "savaşma – öfke" tepkisini veremediğimiz durumda donup kalmamızın bir sonucudur. Korku ve/veya öfke bedende bloke kalır ve biz bazen olayı bile tam hatırlayamayız ve hayatımızda benzer olaylar bize gelmeye devam eder. Önemli olan ise ne olduysa bununla yüzleşmek ve bu sefer biraz daha farklı bir deneyimle travmanın içinde geçmektir. Bu bir parça zorlayıcı ve acı verici olsa da tüm bunların aslında bizi güçlendiren ve uyanmamızı sağlamak için olduğunu görürüz... İşte gerçek özgürlük bu noktada başlar.

Tüm öfkeler, tüm korkular ile yüzleşildiğinde eriyip giderler... Ve geriye sadece sevgi kalır. Zamanın ve mekanın ötesinde başka ne olduğunu sanırız ki?

Blueberry filminin kahramanı Mike Blueberry aşık olduğu hayat kadını ile beraberken başından zor bir olay geçer. Onları rahatsız eden Wallace’ın karıştığı olayda sevdiği kız ölür. Kendisi de yaralı bir şekilde kaçar ve Kızılderili bir kabile onu kurtarır. Bir süre onların yanında yaşayan Mike daha sonra şerif yardımcısı olarak kasabada görev yapar. Kaderleri birleşen Mike ve Wallace tekrar karşılarlar ve artık geçmişle yüzleşmenin zamanı gelmiştir.


Kızılderili kabilenin gizli sırrının peşinde koşan Wallace ve Mike başka bir boyutta kendi korkuları ve pişmanlıkları ile yüzleşir. İnkar edilen duygular ve bastırılmış olaylar Mike’ın üzerinde bir yük gibidir. En sonunda, bunlarla barışan Mike, artık özgürdür...
“Duygu ve düşüncelerine dikkat et. Artık temel olarak ne olduğunu biliyorsun. Öbür dünyaya hoş geldin...”

15 Ekim 2015 Perşembe

Margarita, with a Straw


Hayata geldiğimizde çevremiz ile olan farkı anlamayız... Bir bebek için her şey tam ve bütündür; herhangi bir korkusu da yoktur. Daha fark etmeye başlar ki dış dünyadan ayrı bir bedeni vardır. Ve diğer fark ettiği şey de çok küçük ve korumasız olduğudur. Onu koruyan ve ona bakan ebeveynler onun Tanrısı gibidir... Onların korumasına ve ilgisine muhtaçtır. Ve zamanla görür ki bu kişilerin de bazı koşullar da ona kızıyor, bazı koşullarda onu seviyor ve takdir ediyorlar...

Bu şekilde ilk koşullanmalarımız başlar. Zihin hayatta kalmak ve varlığını ispat etmek için gereken sevgi ve ilgi için neler yapması gerektiğini öğrenmeye başlar. Biraz daha büyüdüğümüz de ise başka bir mücadele olduğu ortaya çıkar... Diğer insanlar! Arkadaş ve sosyal çevre ailemizden farklı dinamiklerin olduğu diğer bir meydandır. Burada ise adına kişilik  diyeceğimiz egonun temelleri iyice oturmaya başlar. İster Freud’un dediği gibi ego ve süper ego diye ayrımlar yapın, ister yapmayın ego egodur... İyi ve güzel gibi duruyor olmasının bir anlamı yoktur. Önemli olan öz varlığımızın keşfidir...


Tek bir konudan eminizdir, o da var olduğumuz... Ama kim ve ne olduğumuzu çoğu zaman unutmuş gibiyizdir... Bunun yolu ise nefsin erimesi ve maskelerin düşmesi...
Yusuf Emre’nin dediği gibi “Bir ben vardır bende, benden içerü.”

Margarita, with a Straw filmini beden özürlü, konuşması bozuk bir kızın kendisi ve dünya ile barışması gibi görebilir. Aman çok şükür ben çok daha iyi durumdayım diyerek iki-üç minnettar bir şekilde huzurla dolabilirsiniz. Ancak daha derinden bakarsanız, aslında Laila karakterinin temsil ettiği şey birçoğumuzun kendini beğenmediği egosudur. İnsan zihninin en büyük hastalığı kendisi ile olmak istediği kişi arasındaki farktır. Devam çabası bu arayı kapamaktır. Her ikisi de illüzyon olduğu için bu ara hiç bir zaman kapanmaz...


Laila, Hindistan’daki hayal kırıklıklarından sonra okumaya New York’a gider... Burada kendi problemlerinin benzeri yaşayan kör Khanum ile tanışır. Başta çok iyi arkadaş olan iki kız daha sonra ilişkilerini daha da ileriye götürür... Laila bununla da yetinmez başka maceralar da arar. Bir gün evine geri döner. Birisi ile randevusu vardır. Heyecanla hazırlanır ve süratle buluşma yerine gider...

Filmin baş rol oyuncusu Kalki Koechlin, bir Fransız çiftin Hindistan’da dünyaya getirdiği bir çocuktur. Filmde harika bir performans ortaya koymuş... Son yıllarda Hindistan yapımı müthiş filmlerin yanında yerine alabilecek bir yapım.  

11 Ekim 2015 Pazar

Fearless


Uçak korkusu olan Max Klein, uçak kazasından bir çizik ile kurtulur. Artık hiç bir şeyden korkmaz. Çileğe olan alerjisi bile geçmiştir... Kendini Tanrı gibi hissetmeye başlar...

Bazen çok büyük olaylardan sonra bir şekilde aydınlanan ve ölmeden önce ölümle burun buruna gelen insanlar olmuştur. Ancak bunu her türlü tehlikeye maruz kalan kişiler ile karıştırmamak gerekir. İnsan beyninin temel görevi bedeni hayatta tutmaktır. Beynimizin en eski kısmı, sürüngen beyni yaklaşık 5 milyon yıl önce evrimleşmiş kısmıdır. Bir tehlike karşısında ya kaçma ya da savaşma tepkisi verir. Kaçma, korku duygusu ile ilişkiliyken, savaşma öfke duygusu ile ilişkilidir. Bu açıdan bakarsanız korku ve öfke bizi hayatta tutan iki duygudur. Bir üçüncü doğal tepki daha vardır... Beden kaçamayacağı veya savaşamayacağı bir durumda donar. Aslında beden tam enerji ile şarj olmasına rağmen, beyin donma sinyali gönderir. Bunun birkaç sebebi vardır; öncelikle mevcut acıyı en aza indirir ve böylece daha soğukkanlı bir hal alabiliriz. İkincisi ise, tehdit eğer başka bir canlı ise bu durum onun dikkatini dağıtabilir ve kaçmak için bir an yakalanabilir. Örnek olarak bir ceylan ölü gibi yere düşer ve ilk fırsatta kaçmayı dener.


Donma deneyiminin en ilginç noktası, bedenin enerji dolu bir halde iken bedenin donup kalmasıdır... Yani hala bedende atılmayan bir enerji kalır. Bu enerji hayvanlar tüm bedenleri ile titreyerek atarlar. Sadece insanlarda sonradan gelişen Neo korteksimiz duruma bir anlam veremez, ona göre tehlike geçmiştir. Bazen ya tamamen unutmayı tercih eder, bazen de donma deneyiminden dolayı da fazla bir duygu hissetmediği için daha sonra kendini çok cesur sanmaya başlar.

Korkusuzluğu da devam eder... Ancak olan bir aydınlanma değil, disosiyasyon’dur. Yani kişi tam olarak bedenlenemez... Bu sebepten dolayı duygusuzlaşır ve yaşadığını hissetmek için hayatını tehlikeye atacak durumları yaşamaya veya aşırı uç etkinlikler yapma eğilime girer. Kısa bir süre de olsa kendini tekrar canlı hisseder.
Bu tip karakterleri anlamak kolay olmaz. Sakin görünürler, travmaları tetiklendiğinde ise aniden fazla aktive olurlar ve bir süre sonra panikleyip tekrar aynı duruma geri dönerler. 


Peter Levine’nın Kaplanı Uyandırmak kitabında travma ile ilgili detaylar ve neler yapılması gerektiği kabaca anlatılıyor.

Peter Weir’ın yönettiği Fearless filmi böyle bir kişinin yaşadıklarını çok güzel anlatıyor. 13 yaşında babasının ölümüne şahit olan Max Klein kazdan sonra tamamen değişir ve uçak kazasında çocuğunu kaybeden Carla ile yakınlaşmaya başlarlar. Baş rollerde Jeff Bridges, Isabella Rosellini ve Rosie Perez’in olduğu filmde daha bir çok başarılı oyuncu bulunuyor.

“Eskiden kabileler halinde yaşardık. Eğer kabilenin başına bir felaket gelse; bir volkan patlaması, deprem, büyük bir sel... Ateşin etrafına oturur ve bu olay konuşulurdu. Ölüm hikayeleri, yıkım, kaçış ve kurtuluşlar...”

25 Eylül 2015 Cuma

Revolver

“En büyük düşman en son bakacağın yere saklanır.” [Julius Caesar]
Ego...
Bir çoğumuzun bol bol üzerinde konuştuğu, bildiği bir kavram...
Ama gerçekten ne olduğunu biliyor muyuz?
Nasıl ortaya çıktığının farkında mıyız?
‘Egom’ derken bile konuşanın ego olduğunu biliyor muyuz?
Sadece şişmiş ve bariz egoları değil, gizlenmiş saklanmış egoları da görebiliyor muyuz?
Peki ya aydınlanmış, ermiş, yardımsever, tüm öğretileri bilen melek kılığındaki egoyu?
İster olumlu gözüksün, ister olumsuz, ego son derece kurnazdır ve hiç bir zaman ölmez; denemeye devam eder... Kilit nokta ise onun farkına varmak ve onunla özdeşleşmekten vazgeçmektir.
“Savaş kaçınılmazdır sadece erteleyebilirsiniz ancak o da sizin değil düşmanlarınızın yararına olur.” [Niccolo Machiavelli]
Guy Richie’nin senaryosunu yazdığı ve Luc Besson’un adaptasyonda yardımcı olduğu Revolver filminin konusu ego ve insanların egoları ile özdeşleşmesinin davranışlarındaki etkisidir. Muhteşem performansları ile Jason Statham, Ray Liotta ve Vincent Pastore dikkat çekiyor.

Ego Oluşuyor...
Ego büyüdükçe ayrı bir kişiliğimizi oluştururken, ‘ben’ demeye başlarız. Bir ben olması için diğerleri olmalıdır. Bu karşıtlığın, ayrımın ve dualitenin başlangıcıdır...


“Karşılıklı oynanan her oyunda bir rakip ve bir kurban vardır. Mesele ilki olabilmek için ne zaman kurban olduğunuzu bilmektir. Kurbanı kontrol altında tuttuğunu düşünen aslında daha az kontrole sahiptir. Ve yavaş yavaş kendi sonunu hazırlar. Rakibe düşen şey de ona yardım etmektir. Oyun karmaşık hale geldikçe rakip de karmaşık bir hale gelir, karşı taraf çok iyiyse bu kurbanı kontrol edebileceği bir ortama sokar. Ortam büyüdükçe kontrol kolaylaşır. Köpeğe kemik fırlat, zayıf noktalarını bul. İstediklerini sandıkları şeyin bir parçasını onlara ver. Böylece rakip kurbanı yanlış avın peşine takarak dikkatini başka yöne çekebilir. Numara ne kadar büyük ve eskiyse başarmak o denli kolaydır. Bu iki prensip üzerine kuruludur. Kurban o kadar eski olmadığını ve kimsenin kazanamayacağı kadar büyük olamayacağını düşünür. Sonunda rakip sorgulamaya başladığında kurbanın yatırımı sonuçta da zekası sorgulanmış olur. Bunu da kimse kabullenmez; kendileri bile...”

Zihnin Görevi
Zihnin temel görevi bizi hayatta tutmaktır. Beden ve zihin geçicidir ve bu dünyada korunmaya muhtaçtır.  Bu sebeple zihin güven arar, lakin korkmaktadır. Beynimiz bir tehlike ile karşılaştığında üç seçenekten birini seçer: dövüşmek, kaçmak veya donup kalmak. Donup kalmak beynimizin bilinçli kısmının anlamadığı bir tepkidir... Ve bu tepkiler biriktikçe içimizdeki enerji de kendini öfke ve şiddet olarak göstermeye başlar...
“Neden artık beni dinlemiyor? Acı hissetmek gerekirdi ama beyin çözemediği bir bulmacaya takıldığı için donup kalmış...”
Unutmayın, savunmanız gereken bir egonuz yoksa; haklı çıkmaya, üstün olmaya ihtiyacınız kalmaz. Bu da şiddetin sonudur.


Onaylanma Tutkusu
Zihin büyüdükçe şunu da keşfeder... Uyumlanma hem bizi yetiştiren ve koruyan ailemizin istediği bir şeydir, hem de grup halinde takılmak hayatta kalma şansımızı artırmaktadır. Bu sebeple genlerimize sosyal olmak ve diğer insanlarla uyumlu olmak kazınmıştır. Bunu devamlı onaylanma ve görülme arzusu takip eder...

“Kendinizle ilgili bilmediğiniz bir şey vardır, varlığını bile inkar edeceğiniz bir şey... Ta ki bir şey yapmak için geç kalana kadar. Sabahları uyanmanızın tek sebebi budur. Aşağılık patronunuzdan acı çekmenizin nedeni. Döktüğünüz kan, ter ve göz yaşının. Çünkü bütün bunlar insanların sizin aslında ne kadar iyi, çekici, cömert, komik ve akıllı olduğunuzu bilmelerini istediğiniz içindir. Benden ister korkun, ister saygı duyun ama lütfen özel olduğumu düşünün. Bağımlılığımız aynı, hepimiz onaylanmış keşleriz. Hepimiz sırtımızın sıvazlanmasını, küçük hediyeler almayı severiz. Ödülünü parlatan şu rozetli çocuğa bakın. Parılda çılgın elmas parılda! Çünkü bizler sadece maymunuz. Bunu bilseydik böyle yapmazdık. Birileri bunu bizden saklıyor. Ve ikinci bir şansımız olsa şunu sorardık: Neden?”


Arzu ve Istırap
Bu dünyada her şey zamana bağlıdır ve dolayısıyla her şey geçicidir; böyle olmak onun doğasındadır. Doğal olarak zihin acıdan uzak durmaya ve zevk sağlayacak aktivitelere doğru eğilim gösterir ve bunun adına da güzel veya iyi der. Ancak her keyif veren deneyim bir an gelir biter ve bu acı yaratır. Zihin daha fazlasını isteyerek doyumsuzluğa doğru gider... Hatta geçici de olsa o an istediğini elde ettiğinde bile bunu yaşamaz çünkü biteceğini veya kaybedeceğini düşünür... Birçok zengin para kazandıkça doymaz; bu durum diğer arzular için de geçerlidir.

“Güzellik yıkıcı bir melektir, nasıl böyle güzel görünen bir şey kötü olabilir? Ama açgözlülük kadar yıkıcı bir melek olamaz. Ve sonunda o her şeyi yutar. Onlar onunla baş edebileceklerini düşünür. Ama açgözlülük büyülenmeyen tek yılandır.”

İllüzyonu Fark Etmek
Bu duruma o kadar alışmışızdır ki, bu olanların doğru olmadığına inanmak çok zor gelir. Neredeyse hatırladığımız tüm zamanı bu Matrix’de yani illüzyonda geçirmişizdir. Bu mümkün değildir! Bu kadar süre yatırım yaptığımız, iyi ve kötü günde sarıldığımız egomuz gerçek değil! Bu nasıl olur? Ancak illüzyonu fark ettiğinizde bile “illüzyonu anladım” derseniz bu konuşan halen egonuzdur...

“Bu içindeki sesi  o kadar uzun zamandır dinliyorsun ki, onun sen olduğuna inandın. En iyi dostun olduğuna inandın. Kimse onu göremez ama o herkesi görür. Sen de oyundasın, herkes bu oyunda. Ve kimse bunu bilmiyor. Ve tüm bunlar onun dünyası... Sahibi o; o kontrol eder. Yapman gerekenleri o söyler. Var olan bütün acıların ardında o vardır, işlenen bütün suçların ardında. Acılarının ardına saklanıyor Jack; acılarınla kucaklaşırsan bu oyunu kazanırsın. Onun dünyasında ne kadar fazla güce sahip olduğunu sanırsan, gerçekte o kadar az güce sahipsindir. O bütün hileleri bilir ve bütün doğru cevapları... Gitmek istemediğin her yerde onu bulacaksın.”


Ego’nun Çırpanışları
Ego bağırır: “Bensiz bir hayat biliyor musun? Ben eskiyim. Onlar gider, ben kalırım. Bunu bensiz yapamazsın; çünkü ‘sen bensin!’ Ben senin en iyi arkadaşınım.”
Egonun yaptığı en iyi şey budur... Yukarıda söylediklerine inandırmak. Ego gittiğinde korkular ortadan kaybolur... Onu yöneten güçler güçsüzleşir ve gerçek özgürlük sizi sarmaya başlar...

Rüyadan uyanmanın yolu; rüyada olduğunuzu anlamamızdır... Bunu ancak gözlemleyerek ortaya çıkartabiliriz; çok disiplinli bir şekilde gözlemleyerek. Gerçeği görmeye başladıktan sonra beden ve zihin ile özdeşleşmeyi bıraktığınızda bağımlılıktan kurtulabiliriz; korku ve arzuların bize ait olmadığını görürüz. Zamana ve dışarıya bağlı olmayan bir huzur ve mutluluk kalır geriye...

20 Eylül 2015 Pazar

Southpaw


Hayatta kalabilmek için üç farklı strateji kullanırız; savaş, kaç veya don. Bu reaksiyonlar tüm hayvanlarda olduğu gibi insanların da genlerine kodlanmıştır. Bir tehlike olduğunu savaşır, yenemeyecek gibi olursak kaçar, kaçacak imkanımız yoksa da donar kalırız.

Savaşmak ve kaçmak genellikle daha sonraları çok fazla iz bırakmaz bizde. Ancak donmak özellikle insan için bir problem haline gelebiliriz. Temel sorun şudur; beden maksimum düzeyde enerji depolamıştır ve bir yandan da artık son çare olarak donup kalmayı seçmiştir. Donmak, hem rakibi şaşırtacak hem görünmeme ihtimali doğuracak, durum vahimse acı çekmemizi azaltacak bir tepkidir. Tehlike geçtiğinde ise bu içerideki enerjinin boşaltılması gerekir. Bu aşamada bizim neo-korteksimiz bize tehlikenin geçtiğini ve artık bedensel bir şey gerekmediğini söyleyerek veya bedeni koruma amaçlı tamamen o deneyimi unutturarak enerjinin doğal bir şekilde açığa çıkmasını önleyebilir.

Yaşam devam eder ve öyle bir zaman gelir ki, bu tamamlanmamış döngü işini bitirmek ister... Bildiğimiz en yaygın enerji arta metodumuz ise öfkedir... Bu da şiddete sebebiyet verir. Etrafımızda ne kadar çok tamamlanmamış travmanın öfkeye dönüştüğünü düşünebiliyor musunuz?


Southpaw filminin iki kahramanı yetimhanede büyümüş ve sonra evlenmiş bir çiftin hikayesini anlatıyor. Çocuk içindeki yoğun öfkeyi boks dalında çıkaran bir şampiyon olmuştur. Belkide bu yetim hayatının travmalarını bitirmeye çalıyordur. Tatlı ve güzel eşi ise sanki onun neo-korteksini yani akıllı ve mantıklı tarafını temsil etmektedir. Kızları dahil tüm aileye o bakar ve eşinin tüm kararlarını o verir.

Sorun şudur ki, eşi kontrol etmeye çalıştıkça onun öfkesi daha da artmaktadır. Travmasının döngüsünü tamamlaması için kendi travması üzerinde çalışmalıdır. Bu hassas bir dengedir. Atmosfere girecek bir uzay mekiği gibidir; eğer fazla dik girerse yanar, eğer fazla yatay girerse seker gider...

Bu deneyim yaşanmadıkça ruhumuz bu travmaları iyileştirmek için kendimize devamlı bizi tetikleyen olaylar ve kişiler çağırmaya devam edecektir. Film de bu trajik durum yaşanır ve kahramanımız her şeyini kaybeder... Tekrardan hayata dönebilmek için işinde çok iyi olan bir antrenörün yanına gider.


Bu antrenör onun ruhu gibi onun bu öfke tepkisinden geçmesini sağlar... Tam içine girerek ama ona teslim olmadan...

Brokeback Mountain filminde Oscar ödülüne aday gösterilen Jake Gyllenhaal oldukça radikal rollerin üstünden kolaylıklar geliyor. Enemy ve Nightcrawler filmlerinde de sıra dışı bir performansı vardı. Rachel McAdams’ın yanı sıra, Forest Whitaker Oscar ödülünü şans eseri almadığını ortaya koyuyor.
“Tanrının bana bir şey öğretmek için garip bir planı olmalı. Bunun ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum.”