24 Ağustos 2015 Pazartesi

Hungry Hearts


Kadın ve erkek, ying ve yang bir bütünü tamamlayan iki parça gibidir. Birbirleri ile kendilerini daha bütün ve tam hissederler. Kadın ve erkek kendilerinin de farkına varmadıkları bir çekim ile bulurlar birbirlerini... Yüzeyde göremeseler de anlaşılmak ister içimiz, iyileşmek ister ruhumuz. Çift benzer sorunları, travmaları ile bulur diğerini...

En tipik örneklerden biri, ‘anasının kuzusu’ olan erkeklerdir. Dışarıdan maço ve çapkın gibi gözükseler de içten içe anneleri gibi bir kadını aramaktadırlar. Ve sonunda kendilerine annelik yapacak bir kadın ile evlenirler. Eğer çiftler bu durumun farkına varır ve bunun üzerinde beraberce çalışırlarsa, büyür ve gerçek kadın ve erkek rollerini alabilirler. Dengesiz sevginin yerini sağlıklı bir sevgi alır.


Hungary Hearts (Aç Kalpler) filminde ise durum böyle ilerlemiyor. Annesine düşkün oğlan, anne rolünü seven kız ile evlenir ve bir erkek çocukları doğar. Oğlan annenin gerçek ve yeni çocuğu ve olur. Kadın tarafından dışlanmaya başlar. Kadının odak noktası oğlandır ve onun için delirmişcesine hassas davranır. Kadın ailesi hakkında bir bilgi bulunmuyor ama bu davranışının ve korkusunun da arkasında bir şey yatmaktadır.


Belki de içten içe çocuğun büyümesini istemektedir. Bu onu kaybetmek anlamına gelebilir. Kadın bebeği vegan yapmış, hiç bir şekilde doktor kontrolüne götürmemektedir. Kocası artık dayanamaz ve tam bu noktada kim yardımına koşar? Kendi annesi...


Ailelerimizde kilitlenmeler bizlerde sevgiyi arayan aç kalpler şekilde ortaya çıkar. Bu dinamikleri anlayıp, kör sevgi ve hiç sevgi yerine sağlıklı ve dengeli sevgiler bizi doyurucu ve özgür ilişkilere sürükleyecektir. Şunu da hatırlatmak gerekir; çocuklar evliliğin güzel meyveleridir, ast olan halen anne ve babanın arasındaki ilişkidir. Onların arasındaki sağlam ilişki çocuğu da rahatlatır ve sağlıklı bir birey olarak yetişebilir...

18 Ağustos 2015 Salı

Little Boy


Dünyadaki tüm savaşların kökeninde, insan zihnin karşıt ve ayırımcı düşünce yapısı yatar. Hayatta kalmanın diğerinin yenilmesine bağlayan bu düşünce, her şeyi ikiye böler. Bu zihniyetle kurulmuş devletler de gençlerini sözüm ona vatanları için savaşmaya ve öldürmeye özendirir. Bir çok genç savaşa gitmeye can atarken, karşı taraftaki ırktan da ölesiye nefret eder.
 

Little Boy film İkinci Dünya savaşında Amerika'daki bir ailenin hikayesini konu alıyor. Ailenin iki oğlan çocuğu vardır. Kahramanımız Pepper¸cüce diye dalga çekilen ufacık bir çocuktur. Babası onun kahramanı ve oyun arkadaşıdır. Küçük olmasında dolayı babası ona öz güven aşılamaya çalışır; aralarında bir sloganları vardır: 
“Bunu yapabileceğine inanıyor musun? Evet!”
Abisi London ise savaşa gitmek istemektedir ama düz taban teşhisi konduğundan dolayı orduya alınmaz. Bu duruma çok üzülen London’ı başak bir yük beklemektedir: Kanunen kendisi gidemediği için onun yerine babasının savaşa gitmesi gerekmektedir. Kısa bir süre alınan habere göre babaları Japonlar tarafından esir alınmıştır. Kendi kasabasında yaşan bir Japon’a (Hashimoto) da düşmanca davranmaya ve onu rahatsız etmektelerdir.
 

Bu konuda tek sağ duyulu kişi ise rahip Oliver’dır. Oliver, Pepper’in babasının dönmesi ile ilgili inancını kırmamak için Pepper’e bir liste verir. Bu listeyi yerine getirip gerisini Tanrı’ya bırakmasını söyler.
  1. Açları doyur.
  2. Evsizlere barınak sağla.
  3. Hapishanedekileri ziyaret et.
  4. Çıplakları giydir.
  5. Hastayı ziyaret et.
  6. Ölüyü göm.
  7. Hashimoto’ya dostça davran.
Ve uyarır: “İçinde en ufak bir nefret varsa, imanın bir işe yaramaz.”
Ne dersiniz? Bir çocuğun içten ve kararlı dileğini Tanrı yerine getirir mi?

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Before We Go


Hayatın hangi aşamasında zihnimizin oluşturduğu ilişki kalıplarına takılıp kaldık?
Bu kalıplar kime ait? Nereden geliyor?
Bizim kendi deneyimlerimiz mi? 
Yoksa çevremiz veya ailemizden taşıdığımız bir şey mi?

Ne olursa olsun, karşımıza çıkan her ilişki – ister romantik, ister arkadaş veya iş ilişkisi – bize bir şeyler anlatır... Kendimizi keşfetme yönünde bir adımdır bu.

Bazen bu kişi metroda tanıştığınız bir kimse bile olabilir. Before We Go filmi, ilişkilerinde 
problem yaşayan iki kişinin (Nick ve Brooke) hikayesini konu alıyor. Brooke halihazırda bitmiş bir evlilik için çırpınıp dururken, Nick ise 6 yıl önce bitmiş ilişkisi ile ilgili beklenti ile doludur. Bu beklentisi mesleği olan müzisyenliğe bile yansımaktadır. Sırf eski sevgilisi beğenir diye New Yok’daki seçmelere katılır. Hayatta tek bir takıntısı olan biri gibidir.


Hem Nick, hem de Brooke, henüz kendilerini sevmeyi bilmeyen iki karakteri temsil ederler. Kendi maskelerinin, takıntılarının farkında olmadan başka biri ile nasıl sağlıklı bir ilişkiye başlayabilirler? Bir gece boyunca süren maceraları boyunca kendilerini tanıma ve sevme konusunda birbirlerine destek olan çiftin akıbeti seyircinin hayal gücüne bırakılmış.

Filmin hem yönetmeni, hem de baş rol oyuncusu Chris Evans, Alice Eve ile iyi bir iş çıkarmış. Tek bir gece boyunca geçen filmde, çok fazla aksiyon olmamasına rağmen akıcı bir film...
“Mükemmel eş yoktur. Her zaman mücadele olacaktır. Sadece kiminle beraber mücadele etmeyi dilediğini seçmelisin.”

16 Ağustos 2015 Pazar

The Road Within


Tüm yollar aynı yere çıkar. Tüm kaderler bizi aynı kaynağı doğru iter; hali hazırda olduğumuz yere; olduğumuz şeye... Aslında sadece ne olduğumuzu unutmuşuzdur. Eninde sonunda farkına varırız ki Evrende her şey birbirine bağlıdır ve içi içe geçmiş sistemler, ilişkiler vardır sadece. Bu sistemin en temelinde de aile sistemi vardır. Tüm bireysel ve ailemizden taşıdığımız yükler karşısında zihnimiz bedeni hayatta tutmak adına korku ile mücadele etmenin yollarını bulur. Bunlara direnmek için kişilik parçaları ve maskeler üretir ve biz bunlarla özdeşleşebiliriz. Tüm başımıza gelenler, takıntılarımız, bağımlılıklarımız ve hastalıklarımız bize özümüzle aramıza giren yükleri hatırlatırlar ve kim olduğumuzu hatırlamamızı sağlarlar. Bedenimizde bunları hatırlatan semptomlar ve kişilik parçaları bazen ileri boyutlara varabilir; bağımlılıklar, şizofreni, anoreksi, panik atak vs. Bunları anlamak için derin bir anlayış ve bakış açısı gerekir.

Ancak, en yıkıcı olan bu hastalık veya rahatsızlıklara sahip olan insanları, sanki suç onlarınmış gibi dışlamak veya görmezden gelmektir.


Filmin baş roldeki kahramanı Vincent, çocukluk zamanında Tourette Sendromuna yakalanmıştır; bu içinden geçeni tutamayıp ağır küfür etme ve kontrolsüz tikler şekilde ortaya çıkan bir hastalıktır. Hayatta tek iletişim kurabildiği annesinin kaybı ile babası onu bir tedavi merkezine yatılı olarak yerleştirir. Tourette sendromu ise kendini ifade ile ilgili bir problem yatıyor olabilir. Vincent’ın babası oldukça sert bir politikacıdır ve oğlu için hayaller kurmaktadır. Babası bu hastalık teşhisi konduğunda hayal kırıklığına uğrar. Onunla ilgili kurduğu hayalleri, umutları yıkılmıştır. Ve artık kendi oğlu gibi bile hissetmiyordur. Ebeveynlerin çocukları hakkında oluşturduğu hayalleri ve hedefleri ne kadar ilginçtir; çocuklarına sanki şahsi projeleri gibi davranırlar...

Vincent, temizlik takıntısı olan Alex ile aynı odayı paylaşmaktadır. Diğer bir arkadaş daha edinir Vincent; anoreksi olan Marie... Film üçünün araba çalarak okyanusa doğru yola çıkmaları ile hareketlenir, bu onlar için oldukça zorlu ve bir o kadar da iyileştirici bir yolculuk olacaktır. Vincent ve Marie’nin yakınlaşması Marie’de bir ikilem oluşturur. Anoreksinin anlamı hayatı reddetmektir; bir şekilde kişi kendini sevmez ve her şeyi reddeder. Vincent ona yeniden yaşama sevinci hissettirmiştir...
Vincent’in babası ise bir yandan kendi ile yüzleşmektedir.


Filmin yazarı ve senaristi Gren Wells, 2011 yılındaki A Little Bit of Heaven ile başarılı bir filmin senaryosuna imza attıktan sonra bu filmde yönetmenlikte de başarılı olabileceğini göstermiş. Genç kahramanları oynayan Robert Sheehan, Zoe Kravitz ve Dev Patel ise iyi iş çıkarmışlar. Oldukça etkileyici ve duygusal olarak yoğun bir film.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Yaşamın Sırrı

“Ruhum bedenimin içinde sınırlanmış değildir, bedenim ruhumun sonsuzluğu içinde sınırlanmıştır.” – Jim Carrey
Jim Carrey gibi olduğunuzu hayal etsenize...
Dünyanın en başarılı komedi oyuncularından birisi, uzun boylu ve dünyaca ünlü bir kişisiniz. Bir çoklarımızın peşinde olduğu para, ün, şan şöhret ve fiziksel görünüş onda mevcut. Ancak o tamamlanma duygusu diye tabir ettiği kavramın, kendini bilmenin bunlarda yatmadığını anlatıyor. Kim olduğunu ve bir olduğunu hatırlamak...

En önemlisi de bu farkındalığımızın diğerleri ile paylaşarak daha fazla kişiyi bu kısır döngüde olan rüyalarından uyandırmak. İşte bu Carrey’e göre yapabileceğimiz en büyük yatırım. Zihnin ürettiği ile korku ile beslenen bu rüyada zihin ve projekte ettiğimiz hayat bizi gürültüye boğar. Bu gördüklerimizi sanki biz yansıtırız ve bize her türlü delili sunar bu oynanan senaryo.  Ne zaman ki içimize döner, sessizliği deneyimleriz, o zaman kim olduğumuzu hatırlarız.


İşte o an şimdidir. Şimdinin ve kendi içimizde korkuya yer yoktur. Geçmişteki olaylara takılıp gelecek hakkında endişe etmeyi bırakırsak korku erir gider, ve çelişkili gibi gözükse de korktuğumuz şeyleri düşünmeyi bıraktığımız için bunları hayatımızda yaratmayı bırakırız. Korkunun tersi sevgidir... Evreni birbirine bağlayan sevgi. Sevgi kaynaklı dilediğimiz her şey bize çok uzakmış gibi gözüküyor. Öyle ki bunu Evren’den talep bile etmiyoruz. Carrey’in dediği gibi:
“Evren’den talep edin! Hayat başınıza gelen bir şey değil, sizin için olan bir şey.”
Peki ne yapalım? Bir çok kitapta yazıldığı ve pratikte yapıldığı gibi olumlu düşünüp bunun hakkında konuşup, boyuna paylaşımlarda mı bulunalım? Aksiyona geçin!

Kendinize şu soru ile başlayın: “Gelecek sene öleceğinizi bilseydiniz, bugün ne yapardınız? 
Ve bunu neden yapardınız?” Ne yapacağınıza karar verin ve harekete geçin. Nehre atlar gibi, hem bedeniniz atladığınızda ne yapacağını bilir, hem siz geçmiş ve gelecek ile uğraşmayı bırakıp anda olursunuz, hem de sizin ötenizde izin verirseniz sizi alıp götürecek büyük bir şeyin parçası olduğunu anlarsınız. Bu anlayış özgürlüğün kapılarını açar...


8 Ağustos 2015 Cumartesi

The Power of Heart


Tüm duygu ve düşüncelerin merkezi beyin iken sevginin kaynağı kalptir, ilham ve yaratıcılığın kaynağı da kalptir. Zihin bilgi ve deneyimlere dayalı çalışır ki, bunların ikisi de eskidir, bilinendir... Bu sebeple yeni bir şey çıkamaz. Zihnin en temel görevi bizi hayatta tutmaktır ve yüzden korku temellidir. Kalp ise evreni bir arada tutan sevginin kaynağıdır.

The Power of Heart, kalbimiz ile ilgili spiritüel bir belgesel. Deepak Chopra, Eckhart Tolle ve Paulo Coelho gibi bir çok renkli simanın katkıda bulunduğu belgesel kalbimizin ne kadar sezgisel olduğunu bilimsel olarak anlatıyor. Filmin mesajı net:
“Kalbinizi açmazsanız tam potansiyelinize asla ulaşamazsınız. Zihin, kavramsal bütünlüğü anlayabilir ama bütünlüğü sadece kalp deneyimler. Kalp zihinden çok daha hızlı ve bilgedir. Minnettar olup koşulsuzca seversen özgür olursun.”
Kalp ile Bağlantı
Kalple nasıl bağlantı kurarsanız, sahip olduğunuz tek şeyi kullanarak “şu anı” ulaşabilirsiniz, bunun için de nefes, meditasyon ve gözleyen olmak yardımcı olacaktır. Hiç bir şey bilmiyorsanız, sadece hiç şey yapmayın. Devamlı spiritüel çalışmalar, çabalarda bulunmak gereksiz bilgiler ekleyerek sahteyi güzelleştirecektir ve sizi hakikate götürmekten uzaklaştıracaktır.  
“Hayatımızdaki en uzun yolculuk zihnimizden kalbimize olan yolculuktur. Bu zaman alır.”
Lao Tzu
Lao Tzu, temelde üç şey öğretmeye çalışmıştır; basitlik, şefkat ve sabır. Korku temelli zihnimiz bize basitliği aptallık, şefkati duygusallık ve sabrı da tembellik olarak yansıtarak bizi yanıltır. Basitlik, hayatı doğrudan yaşamaktır; olduğu gibi karmaşık hale getirmeden. Şefkat, bir olmaktır; ikilikten kurtulmaktır, kendini ayrı görmekten vazgeçmektir. Sabır ise dinginlikle gözlemlemek ve akışa güvenmektir; aciliyet çoğunlukla sahtedir.


Affetmek
Filmde konu olan en çarpıcı hikayelerden biri, Immaculée Ilibagiza’nın yaşadığı korkunç zulümden nasıl bir anlayışla bu deneyime yaklaştığı... Tüm haklını ve ailesini öldürenlere karşı Hitler gibi mi yoksa Ganhdi gibi davranacaktır? Ve tüm olayların sonunda o, affetmeyi seçer. Ancak daha sonra ilginç bir şey yapar: Ailesini öldüren kişiyi hapishane ziyaret eder ve ona onu affettiğini söyler. Fail bu duruma daha da içerler. Zaten suçun yükü üzerinde olan fail daha da aşağıya itilir. Aslında affetmek yüreğinde yapılması gerekendir. Sadece olanı kabul etmek ve o olaylara karışan kişilerin arkasında çok daha büyük bir şey olduğunu fark etmek önemlidir. Affetmek kimsenin haddi olmamalıdır, bu Tanrıcılık oynamaktan öteye gitmez.

Son olarak hayallerimizin peşinden koşmada kalbimizin sesini dinlememiz ve hayatta kalpten isteyerek yapacaklarımızın ne kadar etkili olduğuna dair konuşmalar bizi hayatımızda neler yapacağımıza dair motive eder nitelikte...
 “Yaptığımız şeylerin bir anlamı olduğunda ve bu dünyaya hayati bir katkıda bulunduğunda, bir şekilde bereket, bu para şeklinde olabilir, bazen size doğru akabilir.” [Eckhart Tolle]
“Hayallerine bir şans tanı. Acı çekmeyeceksin demiyorum, yenilmeyeceksin demiyorum ama asla pişman olmayacaktır.”     [Paulo Coelho]