29 Kasım 2015 Pazar

Listen to Me Marlon

“Özgür olmam gerektiğini ömrüm boyunca güçlü bir şekilde hissettim.” [Marlon Brando]

Bu dünya özgür olalım diye vardır. Bize bu konuda mesajlar veren, kumpaslar kuran bir mekanizma vardır sanki. Hatta yaşanan travmalar, oluşturduğumuz egonun dünyaya güvenli ve arzu oldu bakış akışını kırdıracak ve bize hakikati hatırlatacak bazı aşırı durumlar yaratır.

Hayatımız ne kadar güzel gözükürse gözüksün, içten içe bir şeyler eksik olduğunu hissederiz... Ünlü aktör Marlon Brando’nun da hayatı dışarıdan çok müthiş gibi gözükebilir. Ancak Marlon Brando hayatına gelen inanılmaz olayları konu alan belgesel niteliğinde film bize dışarıdan gözükenlerin arkasındaki derin işleyişi az da olsa veriyor...
İnsanların egoist, anlaşılması zor, öfkeli olan tanınan Brando’nun gerçekte nasıl bir insan?

Marlon ve Ailesi

Marlon Brando’nun başına gelenler anlamak için ailesine bakmak gerekir. Hepimiz ailemizin yüklerini taşır ve onlardan etkileniriz. Brando’nun annesi de babası da alkolik. Her ne kadar ebeveynlerinin geçmişi ve onların hakkında fazla bir bilgi olmasa da, Brando’nun kök ailesinde oldukça travmatik deneyimleri olduğunu kendi anlatıyor. Annesini döven babasında nefret eden Brando, annesine çok düşkün ancak anne de alkolik ve arada bir bir kodese düşen biri. Baba sevgisinde mahrum olan çocuk, annesinden tam bir sevgi alamazken, bakıcısı Ermi, kendisi 7 yaşındayken evlenmek üzere Brando’nun yanından ayrılır ve Brando terk edilmişlik hissini tekrar yaşar. Kendi ağzından şöyle ifade eder: “O günden sonra yaramaz, kötü birine dönüştüm.”


Babası sert bir adamdır, annesini ve bazen sebepsiz yere oğluna vurmaktadır. Her şeyi para ile değerlendiren babası seyyar satıcılık yapar ve geceleri için, hayat kadınları ile beraber olur. Yıllar sonra, oğlu ünlü olduktan sonra bile beceriksiz oğlunun nasıl bu kadar para kazandığını anlamaz... Tüm bunlardan kaçmak için sinemaya giden Brando, belki de ona gününe göstermek için bu kadar para kazanmıştır.

Bir erkek çocuğu, erkek olmayı ancak babasından öğrenebilir. Babasından bu erkek enerjiyi alamayan Brando, utangaç, hassas ve annesine aşırı derecede düşkün bir şekilde büyür... Babası onu uzaklardaki harp okuluna yollar ve orada çok mutsuz olur. Bu dinamik hem Brando’nun sağlıklı bir romantik ilişki kuramamasını hem de otoriteye karı olan tutumunu belirleyecektir. Lakin baba figürü evde otoriteyi temsil eder... Ayrıca annesinin babası tarafından ezilmesi de ezilen ve haksızlık yapılan durumları karşı hassas bir hale gelir.

İlk çocuğu olduğunda; “Babam bu çocuğa asla yaklaşamayacak, bana verdiği zarar yüzünden.” diyerek Babasını tamamen dışlar. Bu sisteme karşı bir isyandır. Benzer dinamikler iki başka anneden olacak çocuklarında da yaşanacaktır. Oğlu 13 yaşında kaçırılacak, ve daha sonra üvey kardeşinin sevgilisini öldürecek, kızı da intihar edecektir...


“Sorunlu, yalnız ve anılarla dolu bir adam. Kafası karışık, kederli, yalnız ve karışık biri. Sıradan bir şekilde sosyal olmanın ötesinde yaralı biri. Mekanik bir oyuncu gibi. Belki kötü muamele gördüğünü düşündü. Belki bu muameleye kızgın.”

“Belki sevgiye muhtaçsın. Ömrün boyunca muhtaç oldun. Ama insanlara güvenmedin. Onlarda bizi korkutan, tehlikeli olan bize zarar veren bir şey var mı? Çünkü pek çok kişi, sevmeden deli gibi korkar.”

Marlon ve Kariyeri

Sinema oyuncusu olmasaydım herhalde dolandırıcı olurdum diye bahsettiği kariyerine hızlı bir giriş yaparak 1954 yılında Oscar ödülünü alan en genç yıldız olur. Oyunculuk kariyerinin başlangıcında oldukça korku içerisindedir.

“Yüzler pek çok şeyi saklayabilir. İnsanlar hep bir şeyler saklar. İnsanların kendileri hakkında bilmedikleri şeyleri tahmin etmek ilgimi çekerdi. Çok derinden ihtiyaç duyduğunuz bir şey var. Bir tür iletişim. Size tamamlanmışlık hissi veren bir deneyim... Müthiş bir yetersizlik hissettim. Yeterince şey bilmiyordum, yeterince eğitim görmemiştim.”
Gelen ünle beraber, bir çok kadında annesini arayan Brando, bu şöhretten rahatsız olur. Sıradan biri olamamanın yarattığı rahatsızlık verici durumu görür. Ne yaparsa yapsın, onu efsaneleştirirler. Bir çok başarılı filmindeki performansını beğenmeyen Brando, asıl işin seyirci tarafında yapıldığını keşfeder; sahnedeki seyircilerin gerçek hayatta yapmak istediklerini yapar... Kadınları öper, adamları döver, isyan çıkartır... Hatta seyirciler ekranda olmayan şeyler yaratırlar. Hayranların onlara hayvanat bahçesinde görülmeye değer hayvanlar gibi muamele yapmasında rahatsız olur.

İşinde ise devamlı kendini geliştirmeye ve sevdiği, özdeşleşebildiği rolleri seçmeye çalışır.
“Kamera yaklaşınca yüzün sahne olur... Şaşırtıcı olmanın yolunu bul, hiç denenmemiş bir yolunu.”

Son dönemler de ise sadece para kazanmak için ufak roller alan Brando, sinema dünyasını da eleştirir. Sanatçı olmadıklarını, sadece para peşinde olan tüccarlar olduklarını belirtir. 


“Ajanslar, avukatlar, ünlüler... Hepsi saçmalık; para, para, para... Eğer başka bir şey sanırsanız yara alırsınız.”

“Geçinmek için yalan söylemek. İşte oyunculuk budur. Hepiniz oyuncusunuz. Hem de iyi oyuncularsınız, çünkü hepiniz yalancısınız... ...hepimiz rol yaparız, bazılarımız bunun için para alır.”

Marlon ve Adalet

Brando’yu hem zaman adaletsizlik ve zulüm görenler tetiklemiştir. Martin Luther King’in yanında yer alan Brando ırkçıların tepkisini fazlasıyla alır. Baba filmindeki rolü ile ikinci defa Oscar kazandığında ise temsilci olarak bir Kızılderili kadını törene gönderir. Ödülü kabul etmeyeceğini, çünkü Amerikan sinemasının Kızılderilileri kötülermiş gibi yansıttığını belirtir. Ona göre “çalıntı topraklar” da yaşamaktadırlar.

Marlon ve Ötesi

Marlon Brando, tüm bu yaşamına rağmen, yılmamış, kendini anlamanın, kendini gözlemenin değerini kavramış biri... Son önemli filmlerinden biri olan “Paris’te Son Tango” da kendi hayatının karanlık tarafları ile yüzleşmiştir. Münzevi bir hayat süren Brando, meditasyonlar sayesinde huzurlu anları olduğunu belirtir...
“Kendi içimize bakmazsak, dışarıyı net bir şekilde görmeyi başaramayız.”

“Oyunculuk tekniğini çok erken geliştiriyoruz, annemizin ilgisini çekmek için rol yaparız. Rol yapmak hayatta kalmaktır.”

“İyi bir dolandırıcı herkesi dolandırır. Bir dolandırıcının kandırdığı ilk kişi kendisidir.”

“Bir oyuncunun en büyük korkusu, korkudur. Maske takıp bir yaşam kurdum. Nevrotik bireyin öz güveni, ona hayranlık duyulmazsa ortadan kaybolur. Hayranlık ve saygı görmek, çaresizliğe ve değersizliğe karşı bir korumadır.”

27 Kasım 2015 Cuma

Youth

Mick: [teleskopla gösterir] “Şu karşıdaki dağı görüyor musun? Gençken, her şey sana çok yakın gözükür. Bu gelecektir. Ve şimdi... [teleskobu ters çevirir] ... Yaşlıyken, her şey uzakmış gibi gözükür. Bu da geçmiştir.”


İnsan gençken hiç yaşlanmayacakmış, hatta hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. İnsan zihninin en çok korktuğu konuların başında gelir yaşlılık ve ölüm. Bu sebeple de içten içe görmezden gelir, kendine yakıştıramaz. Ancak yaşlılık ve ölüm farkındalığı olmayan biri yaşamın, gençliğin de değerini bilemez. Hep başka şeylerle kendini meşgul eder; kadınlar, ün, para... Sahip olduğu sağlığı, ailesi bazen zaten hep varlar muamelesi görür... Ta ki bunlar kaybedilene kadar!

Youth filmin iki ana kahramanı; iki eski dost, iki dünür, biri besteci, diğeri sinema yönetmeni ve artık tuvaletteki damla sayılarını sayarlar... Hayatlarının son dönemlerini keyifli ve sağlıklı yaşamak için İsviçre'nin dağlarında bir otelde geçirirler vakitlerini geçirirler.

Fred’in kızı, Mick’in oğlu ile evlidir. Derken Fred’in kızı Lena terk edildiği için babasının yanına gelir... Babasına onu teselli etmeye çalışırken duvara toslar; kızı babası hakkında içinde ne varsa çıkartır:
“Annem beni anlardı. Senin elinin altında bir dizi kadın vardı, ama o yılmadı, sırf çocukları için değil, bilhassa senin için, seni seviyordu, ve seni affetti. Seninle olmak istiyordu. Ama sen kimdin? Kimdin? Sen hiç bir şey yapmadın. Ne ona, ne de bana. Ne yaptıysan müziğine yaptın. Müzik, müzik, müzik! Hayatında müzik ve kibirden başka bir şey yoktu. Bir kerecik  olsun okşamadın, sarılmadın, öpmedin. Çocuklarının hiç bir şeyinden haberin yoktu. Söylemeyi bildiğin üç kelime vardı: ‘Sessiz ol Melani!’. Şimdi bile ona on senedir çiçek götürmüyorsun. Adamın birine aşkını ilan ettiğin mektubu da bulduk, okuduk...” [Tam bu sırada babanın masaj masası aşağı doğru iner; aynen baba-kız ilişkinin dengesinde aşağı indiği gibi...]

Bir çok şeyi kaçıran yaşlıların yanında, ki bu ekipte zar zor hareket eden Maradona da vardır, gençler otelde tam bir kontrast oluştururlar. En önemli karakter, tek bir rol ile özdeşleşen genç aktör Jimmy vardır. Özellikle Fred ile sohbetleri ona belli bir farkındalık kazandırır:

Jimmy: “Seçmek durumundayım, gerçekten anlatmaya değecek şeyi seçmeliyim: dehşet veya tutku mu? Ve tutkuyu seçiyorum. Siz, her biriniz, gözlerinizi açın, benim gözümü açtınız, vaktimi anlamsız korku üzerine harcamamam gerektiğini bana gösterdiniz.”
Filmde diğer önemli bir konu da ebeveyn – çocuk ilişkisidir. Belki de kimse kendini anne-baba olarak hayal etmemiştir ve bunun nasıl yapılacağını bilmez. Nack bu yapılacak bir şey değildir; ya ebeyensinizdir, ya da değil. Bu bir oluş halidir. Her anne-baba bizim için en iyi anne-babadır. Çocukların bir seçim yapma lüksü yoktur. Anne-babalar, koşulları itibariyle verebileceklerinin en iyisini vermişlerdir. Fred ise filmin bir sahnesinde şöyle bir serzenişte bulunur:
“Çocuklar anne babalarının çektiklerini bilmezler. Bazı detayları bilirler ve taraf tutmak için bilmeleri gerekenleri bilirler.”
“Entelektüeller zevk sahibi değillerdir.”

19 Kasım 2015 Perşembe

The Dressmaker


Bir tehlike karşısında iki temel reaksiyona sahibiz. Ya savaşırız ya da kaçarız. Korku kaçmamıza, öfke ise savaşmamıza yardımcı olur. Asıl problem, bu iki tepkinin de hayatta kalmak için yeterli olamadığı durumlardır. Bazen ne kaçabilecek durumdayızdır, ne de savaşacak kadar güçlüyüzdür... Özellikle de fiziksel ve duygusal olarak daha zayıf olduğumuz çocukluk döneminde.

Bir ceylan yavrusunun aslana yakalanmak üzere olduğunu hayal edin. Ceylan tam yakalanmadan önce tamamen paralize olur ve yere ölü gibi düşer. Bu bedenimizin verebileceği üçüncü tepkidir. Beden savaşmak veya kaçmak üzere enerjisi azami düzeydeyken birden donar kalır. Bu onun tekrar kaçmak için bir fırsat arayabileceği bir ortam yaratırken, aynı zamanda aşırı düzeye gelen stres ve acıya karşı bir koruma sağlar. Bu beden için çok fazladır.

Hayvanlar böyle bir durumdan kurtulursa eğer, sonrasında tüm bedeni titreyerek kalan fazla enerjiyi atıyor. Bu aşamada insanın zekasının bir yan etkisi gibi, mantık devreye giriyor ve tehlike ortada kalmadığı ve ‘donma' tepkisinden dolayı kendisi de fazla etkilenmediği için ya kendini kahraman sanıyor veya bu anının fazla tesirlerinden kurtulmak üzere anıyı tamamen koruma altına alıyor ve zihinde rafa kaldırılıyor. Bu olayı tetikleyecek herhangi bir durum için alarm zillerini çalıyor.


Bir süre sonra her şey yolundaymış gibi yaşarız, belki bizi tetikleyen birkaç durumdan uzak dururuz o kadar. Ancak içten gelen bir dürtü bunu dönüştürebilmemiz için bizi dürter durur. Yaşanan travmatik olayları hatırlatan veya benzer tepkiler vereceğimiz başka olaylar bizi kovalar durur.

The Dressmaker filminin kahramanları, çocukken arkadaşını öldürmekle suçlanan ve köyden sürülen Myrtle ile bu olaylardan sonra ruhsal sağlığı yerinde olmayan ve köyde yalnız yaşayan Myrtle’nin annesi Molly’dir. Yıllar sonra Paris’ten Avustralya'daki küçük köyüne geri dönen Myrtle, artık sıra dışı bir terzi ve moda tasarımcısıdır. Bir güç onu köye geri getirmiştir. Önceleri annesi Molly onu hatırlayamaz. O da bunu kafasından silmiştir. Myrtle ise annesine yardım etmeye ona çorba içirmeye çalışır. Öte yandan Myrtle eski olayları araştırıp olanları hatırlamaya çalışırken, yeteneği ile ona sırtını dönen bazı insanların hayatlarını değiştirmeye başlar.


Köyün sistemi tekrar hareketlenmeye başlar; aile sistemimiz gibi küçük köyler de kendi içinde bir sistem oluşturur. İçindeki daha küçük sistemler birbirlerini etkiler. Bazen ölen biri bizi etkiler, bazen eski bir hesaplaşma, bazen de yok sayılmaya çalışılan kişiler. Her sistemde olduğu gibi, sistemik hareketler dinamiktir, bir etkinin nasıl bir sonuç yaratacağını kestirmek zordur. Sonucun zamanı, şiddeti ve boyutu belli olmaz ama mutlaka bir değişim olacaktır.

Dönüşüm yolculuğunda benzer travmaları olan kişileri hayatımıza çekeriz, bazen adına sevgi deriz, bağlanırız, çünkü ilk defa biri bizi bu kadar çok anlıyordur. Lakin dönüşüm gerçekleşmedikçe kader değişmeyecek ve olması gerekenler olacaktır. Benzer bir durumu da Teddy’ye aşık olduğunda yaşar Myrtle...

Köyün diğer bir vurucu durumu ise, adına toplumsal kurallar dediğimiz kalıplaşmış davranışlara ve değerler uymaya çalışan ve hatta bunlara inanan insanların nasıl kendilerinden vazgeçtikleri ve gerçekleri saklamaya çalışmalarıdır. Özellikle de feminen tarafını gizlemeye çalışan Çavuş Farrat bunun muazzam bir örneğidir. En sonunda taşıdığı yükün bedeli öder ve özgürleşir...


Filmin Avustralyalı yönetmeni Jocelyn Moorhouse çok uzun bir aradan sonra müthiş bir iş çıkarmış; iki saatlik filmin temposu çok dengeli ve bir o kadar da şaşırtıcı. Bir Avustralya ancak bu kadar çarpıcı sunulabilir. 5 kere Oscar’a aday gösterilen bir kere bu ödülü kazanan Kate Winslet müthiş bir performans sergilerken özellikle Hugo Weaving inanılmaz bir karakteri başarıyla oynamış. Ancak usta Judy Davis’in hakkını yememek gerekir...

Filmin sonuna doğru artık Molly kendine gelmeye başlar ve aynı çorbayı kendine kızına içirmektedir. Anne-baba verir, çocuk alır. Aile sisteminin temel sevgi akışının yönüdür bu. Çocuk da ileride kendi çocuğuna vererek dengeyi sağlar, hayat sağlıklı bir sevgiyle akar gider...

18 Kasım 2015 Çarşamba

Her Şey Ters mi Gidiyor?

Her şeyden kendimizi sorumlu mu tutuyoruz? Her şeyin tüm sebebi biz miyiz?

Eğer bu bakış açısı içerisindeysek, hayatınızdaki güzel gelişmelerden aşırı gurur duyarken, olmayanlar için de, ya kendimiz ya da başkalarını/çevreyi suçlamaya başlarız. Herkesi suçladığımızda ne olur? Gayretimizi daha artırırız, her şeyi kontrol etmeye çalışır, daha fazla çalışır, daha fazla mücadele ederiz... Bazen abartır; tartışmalar, kavgalar ve hatta savaşlar çıkartırız.

En sonunda pes eder, kendimizi kurban gibi hissederiz. 'Kaderimiz böyle demek ki' demeye başlarız. Kaderle hiç mücadele edilir mi? Kapanırız kendi kabuğumuza, söylene söylene sabrederiz belki de...

Artık yapmayız bir şey... Ne hayattayızdır, ne de ölü. Zombi gibi gezeriz. 
Ama demiyorlar mı “kontrolü bırak, akışta kal” diye. 
Belki bu deyiş, hiç bir şey yapmamak değildir. Öte yandan çılgınlar gibi koşturup her şeyi yapmak da değildir...

Belki de, en güzel örneklerden biri ağaçlardır bizim için. Ne kadar sert gövdeleri, toprağa diş geçirmiş kökleri varsa, o kadar esnektir dalları; bir ona yana bir bu yana yatar... Yaprakları ise, vakti geldiğinde en ufak bir rüzgarla bırakır gider ağacı... Tüm sistem bir devinim içerisindedir... Tutunmaz hiç bir yaprak ağaca; ağaç da yaprağa...

Belli ki, evrende her şey bir şekilde birbirine bağlı... Tüm küçük sistemler daha büyük sistemleri oluşturuyor. Dolayısıyla, biz de bir sistemin parçası isek, ne sistemin tamamından sorumluyuzdur, ne de hiç bir şeyinden. O sistemi anlayıp, o sistem içerisinde o andaki rolümüz ile uyumlu bir dalgalanmadır belki de gereken. Aynı okyanusun her bir su damlacığı gibi; kimi zaman fırtına vardır, kimi zaman huzur... Sistemin ta öbür tarafında olan bir küçük etki belki fırtınalar yaratır bu tarafta. 
Biz de bir yandan anlayışımızı geliştirirken, gereksiz yere taşıdıklarımızı, tutunduklarımızı bırakıp, dalgada salınmalı ve olumlu/olumsuz beklentilerden kurtulup olanı olduğu gibi kabul ederken, belki de ilginç çiçekler açacak tohumlar serpebiliriz.

Ya Yunus Emre gibi karış karış ararız hakikatı her taşın altında, ya da Budha gibi bir ağacın altında sadece otururuz kırk gün... Doğrusu, yanlışı yoktur bunun, ancak her değerli öğretinin ardında şu yatar; zihin veya ego, bedeni hayatta tutmak amacıyla başladığı yolda saptırır bizi (kişiyi), sözüm ona mutlu edecek şeylerin peşinden koşturur; para, itibar, başarı, sosyal ve politik güç ve daha fazlası... Ancak, daima gelecekle ilgili bir hedef veya amaç ile koşullandırıldığından dolayı, hiç bir zaman tatmin olmaz!

Tüm elde edilen ödüllerin son kullanma tarihi var gibidir; alınan her haz ya biter ya da etkisi azalır. Bu da size, her ödülün zamana tabi olduğunu ispatlar. Zamana bağlı olan bitmek zorundadır ve hepsi birer illüzyondur. Daha ulvi veya ruhsal gözükseler de içerisinde amaç, hedef olan her yolculuk yine egonun tuzaklarından biridir. "Şunu yap, bunu yap, aydınlanırsın" mantıken doğru değildir...


Zamana bağlı olmayan ise, ancak anlayış ile fark edilir; ortada ne keşfeden ne de keşfedilen vardır...

6 Kasım 2015 Cuma

Chloe & Theo


Bir gün öğretmen sorar: “Beynin temel görevi nedir?” diye... En parlak öğrencilerden biri cevap verir: “Düşünmek!”...

İnsanoğlunun düştüğü en büyük tuzaklardan biri, beynin evriminin belki  yan etkisi budur. Önce konuşma, hesaplama, mantık  ve daha birçok yeteneğin gelişmesine sebep Neo-korteks düşünceleri ile çoğumuzu mahkum etmiştir.

Beynin asıl görevini anlayıp kavrayabilirsek, o güzel organı ona göre kullanabiliriz. Belki de onu bizi koruyan güçlü bir köpeğe benzetebiliriz. Gerektiğinde canavarlaşıp saldıran, gerektiğinde beraberce kaçtığımız... Ama bu köpek devamlı, her an tetikte yaşayabilir mi? Bu durum ona nasıl bir zararı dokunur... Yoksa her köpeğin yaptığı gibi tehlike olmadığında sakin, huzurlu ve dingin mi olmalıdır?

300,000 yıllık insanlık tarihinin son yüzyılında insanlar hızlı bir yaşamın parçası olarak bu duruma ayak uydurmaya çalışıyor. Normalde yürüyen, acil durumda koşan insan, şimdi devamlı hızlı arabaların içinde, ellerindeki cep telefonundan yağan içerik ve mesajları takip etmeye çalışırken – iş temposu, ekonomik parametreler, politik olaylar, tüketim ve daha fazla tüketim... Ve tabii ki yaratılmış rekabet  kısır döngüsü. Sanal bir başarı için oluşturulmuş, kazananın olmadığı rekabet labirenti...

Bu rekabetin, arzunun sonu ise aşırı tüketim ve tüketim sonu da dünyanın kaynaklarının gereksiz yerde kullanılması ve kürsel ısınmaya yol açan faktörleri yaratmak...

Chloe & Theo isimli film, İnuk olan Theo’nun kuzey yarım küreden New York’a gelip insanları uyarma çabasını anlatır. Bizleriz bir çok kabileye toplu bir şekilde Eskimo deriz. Ancak bu toplumlar İnuk, Yupik ve İnupiat diye farklı ırklardan oluşuyormuş. Bu sebeple film boyunca Theo, ona eskimo diyenlere İnuk olduğunu  ve hiç penguen görmediğini söyler durur. Theo’nun asıl amacı dünyadaki küresel ısınmanın dramatik etkilerini anlatarak insanları uyarmak. New York’da insanların şefini ararken sokakta yaşayan, enerjik bir kız olan Chloe ile tanışır.

Batılı dünyaya çok yabancı olan Theo insanların gökyüzünü görmeden bu kadar hızlı yaşamalarına hiç bir anlam veremez. Chloe ona yardım eder, sonrasında Chloe, Theo’dan etkilenir... Ondaki amaç ve masumiyete çekilir... İnsanların kendi kendilerine söyledikleri, oluşturdukları yalanları ortaya çıkarır Theo onun için. Diğer arkadaşları ile beraber yardım aramaya başlarlar.

Dakota Johnson ve Mira Sorvino gibi ünlü oyuncuların oynadığı film oldukça ilginç...
“Artık dönüşüm şart; zihnin dönüşümü!”