21 Nisan 2016 Perşembe

The Summer of Sangaile


The Summer of Sangaile filmi, ergenliğin sonralarına yaklaşan Sangaile isimli kızın yaz tatilini konu alır. Sangaile, ebeveynleri tarafından anlaşılamayan bir kızdır... Ebeveynleri onunla diyalog kurmakta zorlanırlar ve genellikle onu, kendilerinin onun yaşındaki halleri ile kıyaslarlar. Sangaile’nin ise bir derdi vardır; kolunu kesici aletler ile hafif bir şekilde kesmektedir. Arkadaş topluluklarında dışlanmış bir karakter gibidir...

Öte yandan, gösteri uçaklarını onun hayalidir. Tatilini geçirdiği eve yakın bir yerde gerçekleşen uçak gösterileri sırasında Auste ile tanışır. Auste, hem garsonluk yapan hem de moda tasarımcısı olan, onunla benzer yaşta bir kızdır. Kısa zamandan onun en yakın dostu olur. Giderek yakınlaşırlar ve bu yakınlaşma kendini dışlamanın başka bir versiyonu gibidir. Belki de Sangaile, ailede dışlanmış bir kadın ile özdeşleşmiştir.


Filmde, Sangaile’nin ailesi hakkında çok fazla bilgi yoktur, ancak onun intihar eğilimli olmasından ve yüksek kulelerin, binaların tepesine çıkmasından, içten içe ölmek istediği anlaşılabilir. Bu yüksek yerlere çıkmak, uçmak, kendini kesmek arzusunun ardında bedenini hissetme ihtiyacı yatmaktadır. Ağır travma geçirmiş insanlar, travma esnasında dondukları için hislerini kaybedebilirler. Bu da kişiyi adrenalin bağımlılığına sürükleyebilir. Tehlikeli durumlar ve bedenine zarar vermek, kendini tekrardan hissetmesini sağlar. Yaşanmış olan travma, kişinin kendisine de ait olabilir, ailesinden birine de...


Travmatik durumlar ise her zaman bir hediye verirler insana... Sangaile için bu pilot olmak olabilir. Ancak kendi üzerinde çalışmadıkça kendine zarar veren eğilimleri artabilir... Onu derinden etkileyen kaderi onu uyandırmaya çalışmaktadır; tek gereken ise onun bu mesajı duymasıdır...

17 Nisan 2016 Pazar

The Little Prince – Küçük Prens

Yaşlı Pilot: “Asıl sorun büyümemiz değil ki, büyürken unuttuklarımız...”
Doğduğumuzda, diğerlerinden farklı bir bedene sahip olduğumuzun bile farkında değilizdir. Sanki her şey ile birizdir. Bebeklikten çocukluğa geçtiğimiz dönemde ise genellikle neşeli, meraklı ve korkusuz bir şekilde çevreyi keşfeder ve oyun oynarız. Oyunlarımızın bir amacı bile yoktur. Kurallar ise ya hiç yoktur ya da çok esnektirler. Yenmek veya yenilmenin olmadığı oyunlar... Zamanın sanki yok olduğu oyunlar...

Hayat Planı    
Peki ne olur daha sonra? Önce anlarız ki, bizim diğerlerinden farklı bir bedenimiz var ve bu beden oldukça korumasızdır... Ebeveynlerimiz olmadan ne yapacağımızı bilemez bir durumdayızdır. Daha sonra okul, ailemiz ve çevre bize uyumlu olmayı öğretir. Bilirler ki ancak sosyal bir toplum olarak yaşarsak hayatımız devam edebilir. En kötüsü ise ciddiyet hastalığıdır. Okulla başlar bu ciddiyet... Artık hayat ciddidir. Size bir hayat planı sunarlar; okula gideceksin, rekabeti öğreneceksin, bir şey olmaya çabalayacaksın... En saçma soru ise devamlı sorulur: “Büyüyünce ne olacaksın?” Meslek sahibi olup para kazanacak; satın alacaksın, yatırım yapacaksın ve daha fazlası için uğraşacaksın... Derken ruhsal ve fiziksel sağlığını kaybedeceksin; geleceksin eğitim sektöründen sonraki tuzağa... Sağlık sektörü. Tüm kazandıklarını tedavi için harcayacaksın. Bu tedavi ise sadece belirtiler üzerinde çalışacak, asla ve asla kökene inmeyecek... Emeklilik sistemi ile de çember tamamlanacak ve kefen parasını bir kenara attıysan en azından bir kez huzuru hissedeceksin; lakin ölüm tüm bu eziyetin tek çözümü gibi duracak.


Sistem Nasıl İşliyor?
Tüm bu anlatılan bize hayat diye satılan bir ürün. Tüm bu sistem korku temelli çalışır. Ölümden korkan zihnimiz kendini güvende hissetmek ister. Rutinler, maskeler ve bir şeyleri kontrol ettiğimize dair illüzyon zihnimizi rahatlatır ve böylece birilerinin bizi yönetmesine izin veririz... Her türlü zihin hedef odaklıdır, başka bir zihin çeşidi yoktur. Bize hep bir havuç gösterilir. Her havucu yakaladığımızda aldığımız zevk geçicidir ve diğer havucu beklemeye başlarız... Bize havuç sunulmazsa bile problem yoktur! Artık kendi havuçlarımızı belirleyecek kadar içine girmişizdir sistemin; geri dönüş ancak durup bir bakmaktan geçer. Gözlemleyerek farkına varırız ve sorgulamaya başlarız.

Küçük Prens filminin küçük kahramanı küçük kızın annesi sistemin ağına yakalanmıştır. Annesi onun her dakikası programlamış ve onu istediği gibi bir öğrenci olarak hazırlamaya çalışmaktadır. Onu sistemin bir parçası olabilecek bir robot gibi yetiştirir. Filmde tasvir edilen şehir ve tüm insanlar bu sistemi kusursuz bir şekilde göstermektedir. Bir kişi hariç... Küçük prensi hiç unutmamış olan sevgili pilot. Hala güler güzlü, bahçesi neşe içinde, hayal kuran, yıldızları seyreden... Pilot bir yandan küçük prens ile yaşadıklarını yazarken, bir yandan da kuşlarla dolu bahçesinde uçağını tamir edip tekrar uçmanın hayalini kurar... Küçük kız bir gün yaşlı pilotla tanışır ve artık annesinin isteklerini yerine getirmez ve hikaye böyle devam eder...


Küçük Prens hikayesi, içimizdeki çocuğu hatırlamamızı sağlıyor. Gerçekte kim olduğumuzu hiç sorgulamadıysak bize bu konuda ilham veriyor. Bu dünyadaki hayatın bir amacı olmadığını, bir şey olmak için çabalamadan sadece yaşamamız gerektiğini hatırlatıyor. Eğer tekrardan amaçsızca oyun oynayabilecek bir kıvama gelirsek, hayatta yaptığımız işle bir olur ve onu oyunmuş gibi yapabiliriz... Zaman ve mekan kalmaz... Ancak o zaman orada her şeyle bütünleşmiş bir şekilde başkalarına fayda sağlayabiliriz... Kalbimizin sesini ancak o zaman duyabiliriz. Bütünün küçük bir parçası olarak bütüne hizmet edebiliriz; oyun halini almış işimiz ve benliğimizle...

Oynamayı tekrardan hatırladığımızda, geçmiş ve gelecek illüzyonları biter...
Geriye kalan ise hakikatten başka bir şey değildir...

Küçük Prens: “Sadece kalbimizle doğru bir şekilde görürüz; önemli olanı gözümüzle göremeyiz.”

9 Nisan 2016 Cumartesi

A Country Called Home


Ellie, 11 yaşındayken, babası aşırı alkollü olduğu halde arabayı kendisi kullanır, kaza geçirirler ve kazadan bir gün sonra annesi vefat eder. Ellie bir süre babası ile kaldıktan sonra teyzesinde yaşamak üzere babasından ayrılır. Ellie için hem kazanın kendisi hem de annenin kaybı büyük bir travma yaratır. Babasının annesini öldürdüğüne inandığı için onu suçlar. Yıllar sonra Ellie ve abisi Teksas’ı terk eder ve babaları ile bir ilgileri kalmaz. Onu yokmuş varsayarlar... Hayatları bir şekilde devam eder; ta ki Teksas’dan bir telefon gelene kadar... Baba vefat etmiştir ve Ellie tek başına memleketine geri döner... Yasal olmayan üvey annesi, onun oğlu, Ellie’nin arkadaşı ve babaannesi ve dedesi...

Genellikle yüzeydeki hikayeler ile ailemizden birilerini reddeder, nefret eder ve hatta defterden sileriz. Bazen de başka sebeplerden dolayı tam tersi bu kişilere aşırı bağlanırız. Aşırı nefret ve aşırı sevgi arasında çok büyük bir fark yoktur. Her iki durum da sağlıksız bağlardır. Önemli olan kaçınılmaz olarak bağlı olduğumuz ailemiz, köklerimiz ve atalarımız ile sağlıklı bağlar kurmaktır. Özgürlüğe giden tek yol budur. Peki, Ellie’nin hikayesinde olduğu gibi son derece sorumsuz ve alkolik bir babamız varsa veya daha beter hikayelerin kurbanıysak bunu nasıl başarırız?

Bir sorunu çözmenin tek yolu, o soruna odaklanmayı bırakıp daha geniş bir bakış açısı ile bakmaktır. Sorunun arkasında yatan dinamikleri anlamaktır. Evrende bir yaprak bile Yaradan’ın izni ve haberi olmadan yere düşmez. Peki Yaradan neden bize bu kadar acımasız davranmıştır? Yoksa bu sadece zihnimizin bakış açısı ile oluşan bir düşünce midir?


Evrende her şey bir sistemdir. Her şey her zaman hareket halindedir ve sistemin parçaları birbirini etkiler. Bireylerin ise en fazla etkilendiği sistem aile sistemidir. Kendi babamızın da anne-babası, onların da anne-babaları vardır... Bu nesiller boyunca bu şekilde devam eder. Üç nesil geriye gittiğimizde sadece anne ve babaların sayısı toplam 14’dür. Kardeşleri ve diğer sisteme dahil olan kişileri sayarsak bir kişiyi ortalama 50-60 kişi doğrudan etkiliyor olabilir.

Ellie, kasabada hikayesini destekleyecek bir çok kişi ile karşılaşır. Kimse babasını sevmemiştir, cenaze törenine çok az kişi gelir, çevresindeki herkes onun kötü biri olduğuna emindir. Ellie ise kendi hayatında sorumsuz bir erkek arkadaş ile beraberdir. Belki de bilinçaltından babasını aramakta ve ona benzer sorumsuz erkekleri çekmektedir. Diğer yandan yaptığı tasarımlar ile diğer insanlara yardım etmeye çalışır. Bu da annesini kurtarma ve yardım etme isteği ile özdeşleştiği anlamına gelebilir. Babaannesi ve dedesi ile yakınlaştıkça babasına bakış açısını biraz da olsa değiştirmeye başlar.


Gerçek şudur ki, ne olursa olsun kendi anne-babamız bizim için en doğru anne ve babadır. Biz de onlar için en doğru evladızdır. Bize veremediklerine değil de verebildikleri kadarına odaklanmak bizde büyük bir değişim yaratabilir. En kötü durumda bile bize hayatı vermişlerdir. Bu bir gerçektir. Anne ve babamıza bunun için yürekten, içtenlikle teşekkür etmek, onları ve tüm atalarımızı onurlandırır. Onların sorumluluklarını onlara bırakmak, olan olayları olduğu gibi kabul etmek, geçmişimizle barışmamızı ve travmadan etkilenen küçük yaşta kalmış parçalarımızın büyümesini sağlar. Anne-baba ve kendimizle kurulan sağlıklı bağlar bizi özgür kılar. Bilinçaltından aradıklarımızı değil, gerçekten bizi tamamlayacak kişileri çekmeye başlarız...
Ellie, üvey annesine evde bir keman olup olmadığını sorar; evde böyle bir keman yoktur. Babasından kalma anahtarı alır ve babasının bankasının kasasına gider... Bu kasanın içerisinde sadece tek bir şey mevcuttur: Ellie’nin aradığı keman...