30 Ekim 2016 Pazar

Affetmek

Kelimeleri doğru anlıyor ve doğru bir şekilde idrak ediyor muyuz? İçselleştirebiliyor muyuz?
Affetmek kelimesinin sözlük anlamı olan bağışlamak kelimesi tam anlamı veriyor mu? Yoksa daha derin bir anlamı var mıdır?
Affetmek, başımıza gelen olayda sorumluluğun kendimize düşen kısmını almak, ve diğer tarafa da (bazen suçladığımız kişiye de) kendi payını vermektir.
Tüm bunu yaparken geliştirdiğimiz anlayış, bakış açısı ve içtenlik, işin püf noktaları…

Öncelikle kendinizi tamamen haklı görüyorsanız, bunu kabul etmek zor veya imkansız gözükebilir. Her duruma ve olay şöyle bakmak gerekir: Başımıza gelen her durumu biz yaratırız. Evrende her şey sistemlerden oluşur ve bu sistemler birbirine etkiler. Bu iki kavram karşıt veya ilişkisiz gibi dursa da, derin bir seviyede tamamen birbirlerini desteklerler.


Ne kadar uğraşsanız da, herhangi bir durumda kendi payınızı anlamasanız bile, en azından “bu durumdaki payımı kabul ediyorum, senin payını da sana veriyorum” demek sizi rahatlatacak ve o kişi ile olan bağınız sağlıklı bir hale gelecektir; ne fazla sıkı – ne de fazla kopuk… Ve bir de göreceksiniz, bu tip durumlar ve olaylar hayatınızda azalmaya başlamış...

Doğada haklı ve haksız yoktur. Doğa yasaları dediğimiz sistemsel yasalar mevcuttur. Bu bakış açısı bize, olan olayları olduğu gibi, yargılamadan, etiketlemeden, eleştirmeden algılama yetisi verir. Affetme sürecinde bu bakış açısı önemlidir.

Diğer bir anlayış ise, her türlü acının, travmanın bizde bıraktığı pozitif bir yönü olduğunun farkına varmaktır. Eğer bu travmanın üzerinde çalışıp çözümleyebilirseniz, bize kalan bu yön hediyedir. Bu zor şartlarda güçlü olmak veya yaratıcı olmak gibi yönler olabilir. Çok büyük iş adamlarının, sanatçıların veya liderlerin çocukluklarını incelerseniz, bir çok travmatik olay bulursunuz; Steve Jobs, Roosevelt, Aşık Veysel

Son olarak, şunu belirtmekte fayda vardır:
Affetmek zihinle yapılacak bir işlev değildir. Kalple yapılmalıdır. Kalbiniz sızlıyorsa bile, sızlaması geçene kadar tekrar tekrar denenmelidir. “Yaptıklarını görüyorum; kendi payıma düşeni alıyorum. Kendi payımı kendim alıyorum ve yaptıklarım için üzgünüm.”

12 Ekim 2016 Çarşamba

Kör Bir Adamın Vizyonu

“Kör olmak bana, gözlerim açık bir hayat yaşamayı öğretti.” [Isaac Lidsky]
Isaac Lidsky, gözlerinin körleşmeye doğru ilerlediği safhada anlayışını geliştirmeye başlar... Her birey kendi gerçekliğini yaratmaktadır! Beynin yaklaşık %30’u görme işlemi için kullanılır. Gören göz değil, beyindir. Bu durum diğer duyular için de geçerlidir. 

Gördüklerimiz kişisel olarak oluşturulan bir sanal gerçekliktir. Doğal olarak gelen veriler, deneyimleri benzer kişiler tarafından benzer algılanacaktır ancak her veri – yaklaşık saniyede 2 milyar veri – aynı zamanda her kişi tarafından kişisel olarak algılanacaktır. Belki Amerika kıtasına yaklaşan gemileri göremeyen yerlilerin hikayesini duymuşsunuzdur.

Beynin temel fonksiyonu bedeni hayatta tutmaktır. Güvenlik birinci derecede önemlidir. Bundan dolayı, zihnin davranışlarını çok güçlü bir şekilde etkileyen duygu korkudur. Beyin görme işlevini kullanırken, belleğindeki bilgileri, anıları, inançları, düşünüş tarzını referans olarak alır. Bu sayede varsayımlar üreterek hayatta kalmaya çalışır. İş, hayatta kalmak olduğu için genellikle de, kötüyü düşünerek endişeyi artırır. Belirsizlikten ziyade, en kötüsü ile baş etmek onun için daha iyidir.

Hatta Isaac Lidsky’nin videosunun alt yazısı için emek sarf etmiş kişiler bile zihinlerinin oyununa gelmişler. “Virtual reality” kelimesini “Hakiki gerçeklik” diye çevirmişler. Oysa ki, doğrusu “sanal gerçekliktir”.

Zihin belleğini kullanır, bellekte ne varsa geçmiştir... Bilinen ile hareket eder, kendini ve bilineni savunur. Doğal olarak eleştiriye açık değildir, varsayım ve önyargı ile hareket eder. Oysa ki, tüm bunları görmek için, hiç bir şey yapmayın. Zihni kendi haline bırakın. Onun dürtüleri doğrultusunda harekete geçmeden bekleyin... Gözleyin, arkasında hangi inançlar, varsayımlar, düşünce kalıpları var? Anlayış gelişecek ve yanılsamalar gidecektir... Geçmişten özgürleşirken, artık hayata filtresiz gözlerle bakıp, sezgilerimizle hareket edebiliriz...

Isaac Lidsky’nin kısacık, ancak anlam yüklü hikayesini aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz.

7 Ekim 2016 Cuma

Somuncu Baba: Aşkın Sırrı


13. Yüzyılda Anadolu...
Bir çok dervişin, aşığın yetiştiği bir dönem. Bu dönem daha sonra yüzyıllara da aktarılıyor. Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Tapduk Emre, Yunus Emre’nin yerini Somuncu Baba, Hacı Bayram Veli ve niceleri...


Yaklaşık 800 sene sonra, artık onların bizlere iletmeye çalıştığı öğretiler her yerde mevcut. Bunca zamandan sonra ya bu bilgilerden habersiz yaşarız, ya da bu bilgilerle donanmışızdır. Bilgilerle yatıp kalkıyoruzdur. Ancak bunları sözcüklerin ötesine götürecek kadar uygulama ve özümseme gerçekleşmiş midir? Yoksa bilgiler bizi sıcak bir şekilde avutuyor mu? Belki de bu aşamada cahil olmak, çok bilip de uygulamamaktan, özümsememekten daha iyidir. Cehaleti çabuk idrak edebiliriz. Bilgiler ise bizi kör edebilir.

“Aşk yolunda en büyük engel nefsinizdir. Önce nefsinizi yenmeniz gerekir. Aşk ki, yanmakla ölçülür, yok olmakla doğrulanır. Zor sevdadır bu, lakin yanmadan olmaz.”

Tüm bu uygulamalar, bizi zihni gözlemlemeye ve nefsi yok etmeye götürür. Bunu gerçekten yapmaya kalktığınızda bunun öyle kolay olmadığını görürüz... Bir kişi olduğumuza inanmışızdır... Onu ayakta tutmak için bir ömür harcamışızdır. Onun çoklu karakterini ve süreksiz oluşunu bile gözden kaçırmışızdır. Bizim sandığımız tüm duygu ve düşünceler, onun dışarıdan aldıklarıdır... Her şeyden tamamen sıyrıldığımızda, evrendeki çekimden başka bir bağ kalmaz; bu bağın adı ise, sevgidir...

Aşk yoluna çıktığınızda ise fark edersiniz ki, uyandıkça, eski rolleri oynamadıkça yalnız kalırsınız. Artık uyuyan, rüya gören Tanrı’ların arasında yalnızsınızdır. Bu, hakiki bir yalnızlık değildir... Belki de araftaki geçici bir durumdur. Tüm geçici durumlar bitene kadardır...

“Yalnızlık aşıkların imtihanıdır.”


Tüm bu imtihan bittiğinde ise, kelimeler, sözcükler suskunluğa bürünür. Mevlana’nın söylediği gibi, bin tane ok yarası vardır kalpte, ancak ortada ne ok vardır, ne de yay...

“Bu öyle bir sırdır ki, gören bilmez, bilen söyleyemez... Maksadın aşkı bulmaksa, yüreğini takip et. İnsan, küçülmüş alem, alem açılmış insandır...”

Öte yandan, bu yolculukta fiziksel olarak izolasyon ve inziva şart değildir. Yargısız ve beklentisiz bir sevgi, açık bir kalp, yanına yoldaş bulabilir...

“Korkma sevmekten. İnsanı sevmeyen Yaradanı da sevemez. İlahi aşka ulaşmanın bir yolu da Dünyevi aşktan geçer. Önemli olan güzeli sevmek değil, sevdiğini güzel görmektir.”

Sonra bakarsın ki, hayatta önümüze konmuş sahte hedefler amaçlar yoktur. Ulvi gibi gözüken ve daha tehlikeli olanlar da dahil. Kimse seçilmiş veya daha üstün değildir. Her insan, tüm insanlığı, Bir’liği temsil eder. Hayatı yaşamaktır, dans etmektir tek amaç... Belki de tek bir görev vardır; uyanmışlığını paylaşmak...
“Asıl büyüklük bizlerde değil, paylaşmayı bilen gönüllerdedir.”