27 Nisan 2017 Perşembe

Dün


Dünü hatırlar, plan yaparız yarın için.
Dünü hatırlar, besler büyütürüz hikayelerimizi...

Başrol oyuncusuyuzdur hikayemizin,
Seçeriz sadece yan rollerde oynayacak kişileri...

Veririz o kişilere yüklerini,
Yetmezse, makyajlarız biraz daha...

Kötü niyetimiz yoktur aslında,
Hepsi hayatta kalmak isteyen zihindendir besbelli.

Onun temel işlevidir; depolamak hatıraları,
Dönüştürmek hatıraları, deneyimlere, bilgiye...

Benimsemektir başkalarının hatıralarını,
Kendi yaşamasa bile...

Hayatta kalmaktır zihnin amacı!
Dokumak geçmişten geleceği...

Ait olmak gerek, hayatta kalmak için,
Bilinmeyeni üstlenmektir bedeli...

Tüm özdeşleşmeler, derinde bilinmeyen ne varsa,
Bilenene kadardır tüm tiyatro...

O vakit; dün, dün değildir artık!
Olanlar vardır sadece; olduğu gibi...

Yenidir bugün; herkes ve her şey,
Ne dün, ne de yarın...

Tüm hayvanların, tüm bitkilerin gözünden,
Bakar gibiyizdir Dünya’ya...

Bugün; her zaman taze ve yeni doğmuş,
Gelecek ise, ismi üstünde...

23 Nisan 2017 Pazar

Paterson


Hayat karşıtlardan oluşur. İnsan zihni bu karşıtlar ve zıtlıklar ile öğrenir; kısa-uzun, güzel-çirkin, ince-kalın... İçinde büyüdüğümüz toplumun, ailenin bize öğrettiği zıtlık ise, neyin iyi neyin kötü olduğudur. Bazı şeyler doğrudur, bazıları da yanlış... Hayatta kalabilmek ve görülmek için içinde bulunduğumuz topluluğa uyum sağlarız. Öte yandan çok azımız da buna isyan eder, tamamen tam tersi bir yolda ilerleriz. Bu da aslında madalyonun öbür yüzüdür; yine görülmek isteriz. Uyumun da tersi uyumsuzluktur; çok farklı değildir.

Her türlü karşıtlık hepimizin içinde vardır... Uyum sağlarken bastırdığımız ve ‘kötü’ olarak tanımladığımız yanlarımızı bastırırız. Öte yandan, uyumsuz taraftaysak, yaptıklarımızdan açıkça veya içten içe suçluluk duyarız; içimizdeki ‘iyi’ diye tanımladığımız yanları unuturuz. Oysa hayat bize her türlü yanımız ile yüzleşmemiz için fırsatlar sunar...

Hayatımıza giren yüzlerce insan ve başımıza gelen olaylar, derinde bizim zihin ile anlamakta zorlandığımız bir mekanizma ile çalışır. Özellikle de bize yakın insanlar çoğu zaman bize aynalık yapar. Bazen birbirine o kadar zıt insanları bir arada görürüz ve biraz şaşırırız. Oysa bu insanlar birbirlerini severek bir araya gelmiş olsalar da bilinçaltı düzeyde farklı dinamikler rol oynuyor olabilir.


Paterson filminin kahramanı, Paterson’da oturan Paterson isimli genç otobüs şoförüdür. Son derece rutin ve renksiz bir iş yaparken içine kapanık bir hali vardır. Eşi Laura ise çalışmamaktadır. Evdeki her şeyi devamlı siyah ve beyaz olacak şekilde boyarken, filmdeki karşıtlığı sergiler gibidir. Paterson’ın sabit ve rutin işinin aksine, Laura devamlı yeni ve yaratıcı projeler geliştirir. Bir gün gitar alıp şarkıcı olması gerektiğini düşünürken, bir gün cupcake yarışmasına katılmak için kolları sıvar. İlginç ilginç yemekler yaparken, Paterson yemeği beğenmediğini bile söyleyemez. Eşine tüm projelerinde destek olmak ister, ancak hiç bir konuda kendini ifade edemez. Evlerindeki köpeği bile akşamları kendisi gezdirmeye götürür. İkisi de birbirinin bastırdıkları veya görmek istemedikleri yanlarını sergilerler...

Paterson ve eşi ile ilgili dinamik karşıtlık ise, alma ve verme dengesinde gizlidir. Paterson verir, eşi de alır... Eşler, arkadaşlar, ortaklar arasında alma-verme dengesi olmadığı zamanda, bir tarafa vermekten yorulmaya ve duygusuzlaşmaya başlarken, alan taraf ise içten içe kendini borçlu hissetmeye başlar...


Öte yandan Paterson’un en büyük kaçış yolu şiir yazmaktır. Şiir sayesinde içindekileri ifade ederken, yaratıcılığı bu yolla ortaya çıkmaktadır. Şiirleri ile bütün olmaktadır adeta... Filmde sık sık Paterson’un karşısına çıkan ikiz insanlar belki de simgesel olarak aynalamayı gösteriyor gibidir...

20 Nisan 2017 Perşembe

Sistemik Bakış Açısı


“Sorunları oluştuğu boyutta çözemezsiniz...” [Albert Einstein]
Evrende her şey sistemlerden oluşur. Birbirleri ile etkileşimdeki sistemler birbirlerini etkiler... Bu sistemler, yatay veya dikey bir şekilde etkileşimde olabilir. Bu durum bireyler için de geçerlidir. Bilinç, bilinçaltı ve özellikle atalarımızın etki ettiği kolektif bilinçaltı, dikey biçimde birbirini etkiler. Benzer şekilde, çocuk, ebeveynleri ve onların ebeveynleri de, buna benzer bir yapıdadır.

Kardeşler ise yatay bir şekilde yapılanmıştır. Her ne kadar, önce gelen kardeşin az da olsa önceliği olsa da, dünyaya gelen veya gelmeyen tüm kardeşler aynı düzeydedir. Eşler, iş ortakları da yatay bir şekilde yapılanır; bu sebeple aralarında bir denge olmalıdır.

Sistemleri anlamak ise bilindiği kadar kolay değildir. Sistemin parçalarını anlamak yetmez... Basit sistemlerdeki sebep-sonuç ilişkisi, dinamikleri anlamakta yeterli olmaz. Sistem, onu oluşturan parçalardan daha öte bir şeydir... Örneğin, insan bedeni atomlardan oluşur, ancak molekül, organ, kemik gibi diğer üst sistemler, atomlardan öte bir yapı oluştururlar.

Sistem, öncelikle kendisini hayatta tutmaya çalışır. Bireyler ikinci derecede önemlidir. Sistemin hayatta kalmak üzere oluşturduğu çözüm, birey için sorun olabilir. Örneğin, ailede dışlanan bir birey varsa, daha sonraki nesillerden biri o kişiyi temsil eder ve sistem dengelenir. Ancak temsil eden kişi, anladığı veya anlamadığı bir dinamiğin etkisinde hayatını yaşar.

Sorunu çözmek ise, sorunun oluştuğu düzlemde çözülemez. Sorun yüzeyde belirgindir. Dinamiği anlamak için bir üst boyuta çıkmak gerekir. Bunun için kuş bakışı misali, olduğunuz seviyenin üstünden bakmak, bakış açımızı tamamen değiştirir.


Aile sistemimizin dinamiklerini anlamak için bu bakış açısı şarttır. Carl Jung’un belirttiği gibi bu dinamiklerin farkına vardığımızda, bir şeyler değişmeye başlar. Sistemimiz tekrar harekete geçer. Bazen bu çok kolaydır, bazen de çok zor... Özellikle zihnimiz bize bir bariyer oluşturur. Bizim için oluşturduğu hikayeye o kadar sadıktırdır ki, bu yeni bakış açısı onun için bir tehdittir. Ancak unutmamak gerekir, bu oluşturduğumuz hikaye – çok sevdiğimiz ve kanıksadığımız hikayemiz – sorun ile aynı seviyededir... Ne kadar doğru olsa da, bize bir fayda sağlamaz.

Ancak soruna odaklandığımızda, bakış açımızı değiştirdiğimizde, olaylara farklı bakmaya başlarız. Başta zor gözüken 'kabul' oluşmaya başlar. Bunun zihnimize değil, kalbimize ihtiyacımız vardır. Başımıza ne gelmiş olursa olsun, kendi sorumluluğumuzu üstlendiğimizde ve karşıdaki kişinin de sistemini – dolayısıyla kaderini görmeye başladığımızda artık oluşacak değişim için hazırızdır.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Çatışma

Tüm çatışmaların kökeninde ayrım vardır. Karşıtlar ile öğrenen zihnimiz, önce kendisinin diğerlerinden ayrı bir beden, bir kişi olduğu ayrımına varır. İlk işi bu bedeni hayatta tutmaktır. Öğrendiği ikinci şey ise, tek başına hayatta kalamayacağıdır. Böylece biz ve diğerleri kavramı da gelişir. Önceleri anne ve babasına ihtiyaç duyarken, daha sonra ailenin yerini genellikle bir topluluk alır. Bu topluluk, basit bir taraftarlık bile olabilirken, bazen de başka kültürel, tarihsel, ırksal veya bir düşüncenin etrafında oluşabilir.


Kendini bedenden ibaret zanneden zihnimiz için hayatta kalmak her şeyden önemlidir. Bunun gerçekleşmesi için tek seçeneğin, kendisinin veya kendi grubunun yeterince güvende olması gerektiğine inanır. Bunu sağlamanın en basit yolu güçlü olmaktır. Yüzyıllar boyunca insanlık diğerleri – bu diğerlerinin tanımı her dönemde değişir – ile savaşmış, mücadele etmiş, tartışmıştır.
Biz ve diğerleri arasında ortaya çıkan bu tartışmalar, her iki tarafında en büyük derdi “haklı olmaktır”... Haklı olduğumuzda vücudumuza yayılan testesteron hormonu, bizi daha güçlü ve daha iyi hissettirir. Bu özellikle erkek beyninde bir parça daha baskındır. Evrimsel olarak empati yeteneğinden yoksun olan erkek beyni, bu sebeple yerli yersiz her türlü tartışmaya girmeye, eften püften sebeplerle tatsızlık çıkarmaya daha yatkındır.

Sonuçta, kendini bedenden ibaret olduğunu varsayan zihin, ayrımı sebep olur ve tartışmaların konuları ve aktörleri değişse de çatışmalar sürer girer. Çatışmanın güçlenmesi için tarafların olması yeterlidir. Tarafların haklı veya haksız olmasının çatışmanın şiddeti açısından bir önemi yoktur. Her iki taraf da çatışmayı besler ve güçlendirir.

Oysa ister bireysel ister toplumsal olsun, her olayın ardında bireyin aklı ile anlamakta zorlanacağı dinamikler mevcuttur. Bir birey öncelikle aile sistemine bağlıdır; aileler kendi atalarına... Atalar, soylarına, toprağa ve milletlerine... Şu andaki sisteminizde ise aileniz kasabanıza, kasabanız şehrinize, şehriniz ise ülkeye bağlıdır. Ülkeler Dünya’ya, Dünya Güneş Sistemine, Güneş Sistemi ise Samanyolu Galaksi’sine bağlıdır... Evrende muazzam bir sistem ve denge vardır. Bu sabit bir denge değildir; her şey hareket halindedir; her an denge bozulur, tekrar denge sağlanır... Her hareketin döngüsel olarak bir sonucu vardır.

Benzer şekilde, toplumların başına gelenler, bireylerin yaşadıkları çatışmaların bir bütün olarak yansımasıdır. Her birey elbette ki ortaya çıkardığı eylemin sonuçlarını yaşayacaktır. Fakat bu bize öğretilen sebep-sonuç ilişkisi şeklinde değildir... Olayların ve bireylerin ötesine baktığımızda, yüzeydeki dalgaların altındaki okyanus akıntılarını görmeye başlarız.


Bedenden öte bir varlık olduğumuzu gördüğümüzde, ayrımlar ortadan kalkar; bu çatışmaların yok olması için tek yoldur... Bağımsız bir bedenden ibaret olmadığımız idrak edildiğinde, önce içteki çatışmalar biter... İçte çatışma yok olursa, çevrenizle çatışma biter... Bu domino etkisi sürer gider...

Öte yandan, zihin çok kurnazdır! Tüm bu yazılanlara itiraz eder ve mevcut sıcak hikayelere, olaylara, hatıradan başka bir şey olmayan deneyimlere geri döndürür bizi... Oysa zihin kesitlidir; sadece duygu ve düşünce olduğunda devrededir. Devamlı olmayan bir şey, gerçekte var mı dır? Gözlemleyebildiğimiz bir şeye ‘ben’ diyebilir miyiz?.. Onu dikkatlice gözlemlediğimizde bu soruların cevaplarına ulaşmaya başlarız...

6 Nisan 2017 Perşembe

The Shack


“Sakladığımız sırlar ortaya çıkmanın bir yolunu buluyor elbet.”

Başımıza öyle olaylar gelir ki, bu olayların hiç meydana gelmemesini isteriz. Bu istenmeyen olayları kötü, talihsiz, dehşet verici, veya acımasız olarak nitelendiririz. Hatta olay o kadar basit ve nettir; suçlusu bellidir. Kısacası müthiş bir haksızlık yaşamaktayızdır. İşte bu konuda ya başkalarını suçlarız ya da kendimizi... Genellikle de ikisinin karışımı bir durum çıkar ortaya...

The Shack filminin kahramanı Mack, çocuk yaşlarda annesini ve kendisini döven babası ile mücadele etmek durumunda kalmıştır. Yıllar sonra kendisine bir aile kurmuş, üç çocukları ile eşi Nan ile mutlu bir hayatları olmuştur. Bir gün üç çocuğu ile çıktığı piknikte, müthiş trajik olaylar silsilesi sonunda çocuklarından birini kaybeder... Bir yandan kendini ve faili suçlarken, Tanrı’ya olan inancını da yitirmiştir. Nan aileyi ayakta tutmaya çalışırken, Mack yaşamındaki sırlar ve Tanrı ile yüzleşmek durumunda kalacaktır...

Yargı
Bu yüzleşme sırasında Mack’in anlaması gereken ilk şey yargıdır... Her birey olayları kendi perspektifinden değerlendirir. Bu çok doğaldır: Dünyaya gelen bir bebek için hiç bir ayrım ve korku yokken, bebek yavaş yavaş anneden ve tüm diğer her şeyden farklı bir varlık olduğunu anlamasıyla kendini bedenle özdeşleştirmeye başlar. Bu özdeşleştirme sonucunda bedenini hayatta tutması gerekliliği ortaya çıkar. Beynin – zihnin, temel amacı bedeni hayatta tutmak olur. Zihin bu ayrım ve kıyaslama ile öğrenir... Çalışma prensibi budur. Sıcak-soğuk, kısa-uzun, ben-sen, biz-siz ve en tehlikelisi de iyi-kötü ayrımıdır...


Tüm bu bakış açıları bazen sadece bizim düşüncelerimize dayanırken, bazıları toplum, kültür, çarpıtılmış din veya kanunlara da dayanıyor olabilir. Bu şekilleri ile doğru olduğundan emin olduğumuz iyi-kötü yargılarımızın dayanakları ortaya çıkar. Artık haklı olduğumuza o kadar inanırız ki, kendimizden ve hissettiğimiz acıdan başka hiç bir şey görmeyiz. Aynı Mac’in takılı kaldığı olay gibi...

Yargıç
Bu emin olma duygusu ile yargıç rolüne bürünürüz. İşin çıkmaza girdiği an, her insanın kendini yargıç rolünü büründürmesindedir. Yargıcın elinde ister ana yasa olsun, ister ahlaki değerler isterse spiritüel safsatalar... Her yargıçlık yapan, kendini Tanrılaştırmış olur...
Oysa her olaya, her kişiye baktığımızda, ötesine baktığımızda ardında bambaşka kişi ve olayların o durumu yarattığını görürüz. Her kurban, başka birinin kurbanıdır. Daha geriye gittiğimizde ve daha da geriye gittiğimizde Adem ve Havva’ya kadar uzanır konu. Onun da ötesine gittiğimizde karşımıza Tanrı çıkar.
Kimi eleştirirsek eleştirelim, hangi olayı yargılarsak yargılayalım, altında yatan büyük bir sistemi ve Tanrı’yı yargılarız...
Öte yandan, bu bakış açısı insanların yaptıklarını mazur göstermeye çalışmak değildir! Her bireyin davranışlarının sonuçları olacaktır. Bu bakış açısı, olanı olduğu gibi ‘iyi ve kötü’ demeden görüp, anlamasak bir olan olayları geçmişte bırakmayı, gerçekten gönülden affetmeyi ortaya çıkartacaktır...


Hayat ve Ötesi
Mack, Tanrı, babası, kızı ve katil ile yüzleşmiştir. Bunu ilk sefer yapabilmiş midir? Hayır! Bunu ilk seferde yapamamıştır; belki de tamamen özgürleşmek için binlerce kez yapacaktır. Ancak bir kez at gözlüklerimizi çıkardığımızda, önce canımız yansa bile, artık kalıcı ve derin bir anlayışa sahip oluruz. Her şeyin sadece bu dünyadaki yaşamla sınırlı olmadığını görürüz... Bizden çok daha büyük bir şeye güvenmeye başlar, hayatı sadece sevgi ile yaşamak için burada olduğumuzu hatırlarız. Girmeye korktuğunuz mağara, aradığınız hazineyi barındırır” der Joseph Campell. Mağaraya girmek ise herkesin kendi yolculuğuna çıkmasını gerektirir. Cesaretle öbür dünyaya geçe kahraman, kişisel edinimlerinden sonra geri döner... 

Hepimizin ama hepimizin, Tanrı’nın çocukları olduğunu hatırlar, evrende her şeyin sevgi ile birbirine bağlı olduğunu hissederiz...
“Acına fazla odaklandığında, beni görmez olursun.” [Tanrı]